Yöneticiliğin farkında olmayan yöneticilerin yaşattığı stresler
Bir yöneticinin öyküsü:
“Çalışma hayatımda beni en çok zorlayan, yöneticiliğin farkında olmayan yöneticilerin yaşattığı stresler oldu. Bu insanlar bana yaşattıkları stresle, aslında kendi zaaflarını hissettiriyorlardı ve ben stresin insanın zayıf tarafı nedeniyle yaşandığını düşünmeye başladım. Stresin nereden, neden ve niçin kaynaklandığı ve de karşı tedbir olarak neler yapılması gerektiği konusunda fikirler üretmeye başladım. Bu davranışım sayesinde doğruluğuna inandığım ve emin olduğum kararlarım, gösterdiğim başarılar sayesinde terfi ederek yönetici pozisyonuna geldiğimde, bunu hak etmiştim; ancak asıl bundan sonra ne yapmam gerektiğiydi. Çünkü ben insanlara stres yaşatmak istemiyordum. Hedefim sistemden ödün vermeyen, ancak insanlara stres yaşatmadan motivasyona yönelik çalışmalarla başarılı olmaktı. Bu teori öylesine tuttu ki o yılın başarı trendi herkesi şaşırttı.”
Sözlerini şöyle bitirdi: “Stres başarı merdivenlerine çelme takma özelliğiyle dikkat çeker, ne kadar dikkatle tırmanmaya çalışsanız da, haberiniz olmadan bazı basmaklarda ayağınız takılır ve tökezlersiniz. Tökezlemeniz normaldir, önemeli olan düşmemenizdir.” Öykü bana şunu düşündürdü; en iyi öğrenmek yaşamaktır.
Yoksa bir oyun muydu başarı merdivenleri öyküsü! Ancak öğreticiydi.
Sonraları çevremdekilerin problemler nedeniyle stres yaşamalarını garipsemeye başladım. Çünkü strese neden olan her şeyin farkındaydılar ve herhangi bir tedbir almıyorlardı. İşte bunu anlamak zordu. Stresi kabul ederek, boyunlarını büküyor ve yenilgiyi kabul ediyorlardı. Sanki basiretleri bağlanmıştı.
Oysa sonuç ne olursa olsun, bir şeyler yapma çabası içinde olmaları gerekirdi. Tabi ki hiçbir şey öyle kolay ve süt liman değildi; ama stresin nedenlerinin farkına varmak, strese karşı koymak ve yapılması gerekenlerle stresin üstesinden gelmek olasıydı. En azından bunu biliyordum ve bu konuda başarılı olmuştum.
Aslında burada en çok sorguladığım şaşkınlığımdı. Neden insanlar kendilerine stres yaşatıyorlardı? Bu tablonun adı her ne kadar megalomanlık olsa da, böyle bir konuda müsaade edin de başarı merdivenlerini tırmanma çabası içinde olanların başarma hırslarındaki saldırganlıkları strese karşı koyacaklarının habercisi olmalıydı.
On dört yaşın zaferi
Henüz on dört yaşındayım.
Babaannemi çok seviyorum, her yere beraber gidiyoruz, çünkü bana ihtiyacı var. Onunla geçen yıllarım yaşamımın en güzel yıllarıydı. “O yıllardaki her şey hafızamda bir tablo gibi duruyor..
Çanakkale Savaşı’nda şehit olan dedemden bağlanan maaşı Eminönü’nde şimdilerde müze olan İş Bankası’ndan almaya birlikte gidiyoruz, elimden tutup yüzüme bakıyor ve bana “can yoldaşım” diyor.
Babaannem çok yaşlı… Gözleri görmekte zorlanıyor. Onun adına üzülüyorum. Canım babaannem benim. Bir sabah erkenden hastaneye gidiyoruz doktor katarakt diyor ve ekliyor ameliyat olması gerekiyor.
İstanbul Haseki Hastanesi göz kliniğine yatırıyoruz. Babaannemi, yalnız bırakmaya gönlüm razı olmuyor.
Yıl 1986, şimdiki gibi lazer ameliyatlar yok. Bir hafta hastanede kalıyoruz, heyecanla beklediğimiz ameliyat sonucu, dört gün hastanede kaldıktan sonra taburcu olup eve geliyoruz. Evde babaannemin pansumanını, göz damlalarını doktorun dediği gibi düzenli olarak bizzat ben uyguluyorum. Kimselere bırakmıyor, el sürdürmüyorum. İyi bakamazsam ya babaannemin gözleri iyileşmezse endişesi içimi acıtıyor.
On gün sonunda kontrole gidiyoruz, doktor muayene ediyor. Ben babaannem görecek mi diye stresten titriyorum.
Doktor kontrolünü bitirdikten sonra “Teyzecim çok hızlı iyileşmişsin, iyi bakmışlar sana” eliyor.
Babaannem: “Torunum baktı” diyor beni göstererek. Seviniyorum.
Doktorun: “Aferin sana küçük kız” dediğini duyuyorum.
Ve içimden ilk küçük zaferimi kutluyorum.