Vücut Sağlığını Bozan Virüsler
VİRÜSLERLE KORUMAK
VİRÜSLER GENELLİKLE KÜÇÜK BERBAT ORGANİZMALARDIR. BİYOLOJİK OLARAK görece basitlerdir, bir protein tabakasının içine sarılı genetik malzeme parçacıklarından daha fazlasını içermezler. Canlı organizmaların niteliklerinden biri olarak üreyebilirler ancak virüslerin canlı varlıklar olarak sınıflandırılıp sınıflandırılamayacağıyla ilgili tartışmalar devam etmektedir. Neden? Çünkü kendi kendilerine üreyemezler. Ancak virüsler canlı hücreleri istila etmekte ustadır. Genetik malzemelerini hücrenin üreme sistemine sokarlar ve hücreyi kalitesine bakmaksızın çok sayıda virüs üretmeye zorlarlar. Viral yük arttıkça ev sahibi hücreler değişime uğrar ya da öldürülür ve hastalık başgösterir. Ne tür bir hastalıktan söz ediyoruz? Bu, virüse bağlıdır. Bazı virüsler rahatsızlık vermekten daha fazlasını yapmaz, siğillere, yaygın olan soğuk algınlığına ya da suçiçeği gibi hastalıklara neden olurlar. Ancak bazıları çiçek hastalığı, kuduz, akut solunum yetmezliği, rahim ağzı kanseri ve AIDS gibi hastalıkları tetikleyerek vücut sağlığını alt üst ederler.
Amerikan Gıda ve İlaç Kurumu, sosisli ve söğüş et dilimleri üzerine bir virüs kokteyli sıkılmasını onaylayınca kaşların yukarı kalkmasına şaşırmalı mıyız? Aslında bu uygulamanın kaşların yukarıya kalkmasına neden olduğunu söylemek yetersiz bir ifadedir. FDA’yı zaten halkın düşmanı olarak gören bazı aktivistler, yiyeceklerimize virüs ekleme ihtimaline karşı öfkeden deliye döndüler. Genlerin değişitirilmesi yeterince kötüyken şimdi de duyarsız bir FDA çıkıp gıda güvenliğiyle ilgili bütün tedbirleri elden bırakıyordu. Aktivistler haklı mıydı?
Virüs var, virüs var. Bazıları insan hücrelerini etkileyebilir, bazıları yalnızca bakterilere saldırır. İşte meselenin düğüm noktası da budur. FDA tarafından onaylanan “virüs kokteyli” yalnızca bakterilere, özellikle de Listeria monocy-togenes adlı bakteriye saldırır. Ve bu berbat bir bakteridir. Adını mikropları ameliyat odasından uzak tutmak gerektiğini ilk fark eden İngiliz cerrah Jo-seph Lister’den alan Listeria, yiyeceklerimize bulaşarak insanlara bir hayli acı çektirir. Bakteriler toprakta ve bitkilerde gizlenir, böylece hayvanlara ve insanlara ulaşmanın yolunu nasıl bulduklarını tahmin etmek kolaydır. Pastörize edilmemiş süt, çiğ peynirler, çiğ ve tütsülenmiş balık, pişmemiş sosisli, söğüş etler ve çiğ sebzeler Listeria’yı barındırabilir.
Vücuda bulaştığında bu mikroplar çok fena şeyler yapabilir. Şanslı olanlar yalnızca soğuk algınlığı benzeri belirtilerle, ateş, baş ağrısı, kusma, kramp ve geçici ishalle durumu kurtarabilir. Ancak eğer şanslı değilseniz bakteriler kana karışabilirler ve kan zehirlenmesine (septisemi), beyne ya da omuriliğe ulaşırlarsa menenjite neden olabilirler. Bu hastalıklar antibiyotikle tedavi edilmezlerse ölümcül sonuçlara yol açabilir. Gençler, yaşlılar, bağışıklık sistemi zayıf olanlar ve hamile kadınlar enfeksiyona en açık olanlardır. Hamileliğin ilk aylarında listeriyoz düşük ya da ölü doğuma neden olabilirler. Bu nedenle hamile kadınlara dilimlenmiş paket et gibi gıdalardan uzak durmaları tavsiye edilir. İşleri daha karmaşık hale getirecek şekilde kurbanlar hastalıklarını yiyeceklerle ilişkilendirmekte zorlanır çünkü listeriyoz hastalığının belirtileri bozulmuş ürünü tükettikten birkaç gün sonra da üç ay sonra da ortaya çıkabilir. Ve tüm bu endişeler yetmezmiş gibi Listeria buzdolabı ısısında çoğalabilen birkaç bakteri türünden biridir.
Açıkçası yiyecek kaynaklarımızdaki Listeria yı kontrol etmek çok önemlidir. Sebzeleri iyi yıkamak, et ürünlerini adamakıllı pişirmek ve pastörize olmayan sütten uzak durmak (çiğ sütün yararları hakkında ispatlanmamış iddiaları unutun) uzunca bir süre yeterli olabilir ancak riskin tamamını ortadan kaldırmaz. Sonuçta hindi ya da tavuk parçalarımızı paketi açtıktan sonra yıkamayız. Ve işte burada virüslerin yardımı olabilir. Özellikle de Yunanca’da “yemek yemek” anlamına gelen phagein sözcüğünden gelen, adını kâşifi Felix d’Herelle’nin koyduğu bakteriyofaj denen virüsler. Her ne kadar Montreal doğumlu d’Herelle bu keşfi için takdirleri toplamış olsa da bakteri yiyen bu organizmaları ilk gözlemleyen o değildi. 1896 yılında İngiliz hekim E. Han-bury Hankin Ganj Nehrinden aldığı suyu ince bir porselen filtreden geçirdi ve filtrenin antibakteriyel özellikleri olduğunu kaydetti. Aşağı yukarı 20 yıl sonra bakteriyolog Frederick Twort bakteri kültürlerini yok eden mikroskobik varlıkları ayrıştırmayı başardı ancak bu işin peşinden gitmedi.
İlginç bir şekilde Felix d’Herelle’in bu konuda aldığı bir eğitim yoktu ancak evinde bir laboratuar kurmayı ve kendini mikrobiyolog olarak yetiştirmeyi başarmıştı. Çürüyen meyveden ucuz viski üretmek için çeşitli maya türleri geliştirmenin de dâhil olduğu pek çok araştırmayı sonuçlandırmıştı. En büyük buluşunu Paris’te Pastör Enstitüsünde gönüllü olarak çalışırken kendisinden bir süvari taburunu kırıp geçiren dizanteri salgınını araştırması istendiğinde gerçekleştirdi.
D’Herelle hastalığın nasıl yayıldığını tam olarak bilmiyordu ancak bunun dışkı kaynaklı olmasından şüpheleniyordu. Askerlerden dışkı örneği alarak bunları mikroskobik gözenekleri olan bir filtreye yerleştirdi ve sudan geçirdi. Amacı filtrenin herhangi bir tür infeksiyöz ajan olup olmadığını görmekti. D’Herelle hiç beklemediği bir sonuç elde etti; yalnızca sıvı bu tür hiçbir maddeyi barındırmadığı gibi bir bakteri kültürüyle karıştırıldığında da temiz noktaların oluşmasına neden oluyordu ki bu da bakterilerin yok edildiği anlamına geliyordu. “Birden kafamda bir ışık yandı, temiz noktalarıma neyin neden olduğunu anlamıştım” diye sonradan olanları anlatan d’Herelle, “Bu aslında görünmez bir mikroptu… Bakteriler üzerinde etkili olan bir asalak virüstü” diye açıkladı.
Bu asalak virüsleri ayrıştırmayı başaran d’Herelle insanlarda ve hayvanlardaki bakteriyel enfeksiyonları tedavi etmek için kullanmayı önerdi. Başlangıçta elde ettiği başarılı sonuçlar d’Herelle’nin Pastör Enstitüsü’ndeki meslektaşı George Eliava’ya ilham verdi ve Eliava memleketi olan Georgia’ya dönerek d’Herelle’nin de yardımıyla bir “bakteriyofaj” enstitüsü kurdu. Eliava Enstitüsü faj tedavisinde dünya lideri haline geldi ve Batı’da büyük ölçüde göz ardı edilen pek çok araştırmaya imza attı. Ancak şimdi bakteriyofaj preparasyonla-rı listeriyoz hastalığının yayılmasını kontrol altında tutmamızı sağlayabiliyor. İnsan hücreleri bu virüsler için reseptörlere sahip değil, bu nedenle de virüsler bizde herhangi bir hastalığa neden olamaz. Aslında onlara sürekli maruz kalırız; bakteriyofajlar bakterilerin bulunduğu her yerde, toprakta, suyumuz-da, besinlerimizde bulunurlar. Viral proteinlerin alerjilere neden olabileceği ya da virüslerin bağırsağımızdaki bazı yararlı bakterilere zarar verebileceğine dair endişeler vardır ancak bu endişeler teoride kalır. Gerçekçi olan şudur: Kuzey Amerika’da yılda 500’den fazla insan listeriyoz hastalığından ölmektedir. Bakteriyofaj tedavisi bu sayının azalmasına yardımcı olabilir. Gördüğünüz gibi bütün virüsler kötü değildir.