Neden tavuk yemiyoruz?

Neden tavuk yemiyoruz?

Neden tavuk yemiyoruz?

Et meselesi çok derin ve etkileyici bir alan. Kırmızı etle ilgili ayrıntıları incelemeden önce, tüketim miktarıyla, kırmızı etle yarışan beyaz ete bakacağız. Aslında et, süt, yumurta ve bunların karıştığı tüm ürünleri birlikte değerlendirmek lazım. Hatta bunların her birini, ayrı ayrı kitaplaştırmak gerekiyor. Fakat çoğunluğun, meseleyi detaylı okumaya mecali yok. O halde mümkün olduğunca özetlemek gerekiyor.

Kuş gribi ve tavuk türleri üzerinde oynanan oyunu Deccal Tabakta adlı eserde kaleme aldığımız için, üzerinde çok durmayacağız. Ama sert bir giriş yapabiliriz: Bugünkü tavuk türleri gibi insanların da organları olması gereken orandan çok küçük olacağından, organ yetmezlikleri ve işlev bozuklukları gibi sayısız hastalık yüzünden, belki de çocuk yaşta hayatlarını kaybedecekler! Herkes buna hazır olmalı! Üstelik günümüz endüstriyel tavuklarını yerken, daha da hazır olmalı. Aslında gıdayı zehirlemek ya da gıda ile zehirlemek, Siyonist düşüncenin ilk icraatı değil. Günümüz Siyonistlerinin atalarının geçmişte Peygamberlerine yaptıkları zulüm, işkence, ihanet ve cinayetlerinden biri de, koyunun ön buduna zehir katarakHz. Peygamber (s.a.v.) üzerinde denemeye kalkmış olmalarıdır. Bir peygamberi zehirlemeye kalkanların, insanları zehirlemeye kalkmasında yadırganacak ne var ki?

firinda tavuk

Sık sık ‘neden tavuk yemiyorsunuz?’ sualine muhatap olurum. Kuş gribi vakalarından bu yana, tavuk yemediğimi duyanlar, bunun tercih edilen -kuru yolum veya modern- kesim yöntemini İslâmî bulmadığımız için olduğunu zannediyorlar. Bu nedenle, hemen, farklı yöntemler için, hoca efendilerinden ‘yenilebilir fetvası’ aldıklarını aktarmaya başlıyorlar.

Ben de kendilerine, tahminlerinin aksine tek nedenin ‘kesim sorunu’ olmadığını anlatıyorum. ‘Tavuk ve ürünlerini’ tüketmememizin nedeni, elbette sadece kesim ve yolum yöntemi değil. Sorun keşke bu kadar olsaydı. Bu durumda, canlı tavuk alır, keser, yerdim. Kesim yöntemi ile ilgili sorun, üzerinde durulmayacak kadar basit bir sorun. Üstelik kesim sorununun çözümü de mümkün.

Önce ‘tavuk, diye satılan ürünler, gerçekten tavuk mu?’ sorusunu yöneltmemiz gerekiyor! ‘Bu nasıl bir soru’ denilebilir. Hatta ‘ne münasebet, elbette tavuk’ diyebilirsiniz. Et ve yumurta tavukçuluğu şeklinde sınıflandırılan endüstriyel sektörde, 40 gramlık civciv, geçmişte 6 ayda 1 kilograma ulaşabilirken, bugün sadece 42 günde 2-2,5 kilograma ulaşıyor. Tavukların dilleri olsa da yapılan zulmü bize anlatsalar.

Eskiden, hemen her evin bahçesindeki kümeslerde birkaç da horoz bulunurdu. Bu horozlar, imsak vaktinde öterek, namaz vaktinin geldiğini haber verirlerdi. O, yaratılışı icabı sabah namazı vakti ve öğle vakti girerken, peşi peşine öterek insanlara namaz vaktinin girmekte olduğunu hatırlatırdı. Ebu Hureyre’den (r.a.) gelen rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a.v.), “Horoz ötmesini işittiğiniz vakit, Allah’ın lüt-fundan isteyiniz, çünkü horoz bir melek görmüştür’’ demiştir. Zeyd b. Halid (r.a.) rivayetine göre, Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Horoza sövmeyiniz. Çünkü o, -sizi- namaza uyandırır!’

Artık, kimse horoz istemiyor. Worlwatch Enstisüsunün yayınladığı Dünyanın Durumu raporunda tavuk üretimiyle ilgili şu bilgilere yer veriliyor: “Üreticiler, yumurtayı yapay yolla dölleyerek bütün yavruların hemen hemen aynı zamanda yumurtadan çıkmasını sağlar. İşçiler, yavruları bir günlükken cinsiyetlerine göre ayırır, erkek olanlar geniş kazanlara atılır. Bu talihsiz yavrular, gübre ya da hayvan yemi olarak kullanılmak üzere -bazen hâlâ canlıyken- öğütülürler. Dişiler ise hareketli kayışlara yerleştirilir ve kızgın bıçaklarla, acı içinde gagaları kesilir.

Yumurta almak için yetiştirilen her tavuk, başka dokuz tavukla birlikte tellerle çevrili, akülü kafeslere konur. Bu tavuklardan her biri, yılda yaklaşık 300 yumurta verir. Yemlerine hızlı büyüme hormonu ve ilaçlar karıştırılır. Mekânları sürekli aydınlatılır. Böylece daha fazla yumurta alınır. Birbiri üzerine yerleştirilen ve damlamış tavuk dışkılarıyla kaplı olan kafesler, tavuklara pek fazla hareket imkânı sağlamaz. Bu tavuklar, çok çabuk korkarlar. Bir kısmı sıkıntıdan ölürler. Onları bekleyen akıbet de, erkek civcivlerin akıbetidir. Bir yıl sonra yumurta üretimleri düşüyor. Üretimden düşen bu tavuklar, kedi-köpek maması, tavuk köftesi, hatta bebek maması yapılmak üzere fabrikalara gönderilir. Bazıları ise, özel pazarlara ya da canlı hayvan pazarlarına gönderilerek tüketime sunulur.

Et tavuklarının ömrü ise çok daha kısa. Ayrı ayrı kafeslere bile konmayan bu tavuklar 23×23 cm2yer kaplayacak, yani bacakları ve kanatlarını hareket ettiremeyecek kadar sıkışık olarak, barakalara tıkılır. Güneş ışığı ya da temiz hava görmezler. Günde 23 saat aralıksız ışık verilerek, olağan dışı uzun günler geçirirler. Bu tavuklara, antibiyotik ve büyüme ilaçları içeren, günde 860 gr. özel yem verilir. Bu tavukların hepsi, solunum sorunu çeker ve solunum rahatsızlıklarına kolayca yakalanabilirler. 2002 yılında yapılan bir araştırmada, büyük marketlerde satılan tavukların yüzde 37’sinde antibiyotiğe dirençli mikrop ve virüsler tespit edilir. Bu ızgaralık et tavukları, öylesine kilo alıyor ki ayağa bile kalkamıyorlar. Fabrika tipi tesislerde yetiştirilen tavuklar, çoğunlukla topal kalıyor ve kalpleri, orantısız derecede büyük olan bedenlerine, yeterince kan pompalayamadığı için kalp krizinden ölüyorlar. Genellikle, dışkılarıyla kirlenen eti, endüstriyel biçimde yetiştirilmiş ürünlerde yaygın görülen e-koli ve salmonella gibi, gıdalarla yayılan hastalıklardan korumak için, tavuğun iyice pişirilmesi gerektiğine ilişkin uyarılar yer alıyor.”

Tavuklar aslında, büyük bir gübre ve böcek kontrol kaynağı idiler. Ancak artık onlar ölüme mahkûm yaratıklar. Gübreleri de, çevresini ve tabiatı kirleten zehirli atıklar. Yedikleri yemlerde ne varsa, yumurta veya etlerine aktarıyorlar. Üstelik şimdi, yedikleri resmen GDO’lu. Ve şimdilerde ise genetiği değiştirilmiş tavukları, organik tavuk diye pazarlıyorlar. Onu yemezsen bunu ye. Onu beğenmezsen bunu verelim.

‘Gerçek tavuk artık neredeyse köylerde bile kalmadı ya da çok az sayıda! Köylülerin önemli bir kısmı bile, yumurtadan civciv elde etmek için uğraşmak yerine ‘hazır endüstriyel kuluçka civcivlerini’ alarak büyütüyor. Zaten endüstriyel bir virüs olan ‘kuş gribi’ de, doğal türlerin tümüyle ortadan kaldırılması gibi amaçlarla geliştirilmiş bir oyundu. ‘Hazır civciv yumurtadan değil mi?’ diyebilirsiniz. Haksız değilsiniz ve elbette yumurtadan, fakat ek bilgiye de ihtiyacımız. Dünyanın Durumu raporunda verilen bilgilere göre: “Çiftçiler ve çiftlik sahipleri, toprak sahibi olmalarına ve mali riskin çoğunu üstlenmelerine karşın, yetiştirdikleri tavukların sahibi değiller. Sürecin en başından, en sonuna kadar bütün tavuklar, şirketin özel malıdır.”

Tavukların yemlerine kan ve mezbaha atığı tavuk ürünleri eklenerek, kendi türünü tüketen yamyam hayvanlar ortaya çıkarılmış durumda. Genetik yapısı değiştirilerek yamyamlaştırılan yahut yumurtlama makinesine dönüştürülen tavuk, aç kalması vb. durumların yanı sıra, beklenmedik anlarda, yanındaki başka canlı bir tavuğu yediği de artık sık sık görülür. Kimileri bu durumu ‘eskiden köyde tavuklar solucan yerdi’ diye izah etmeye çalışıyor. Tavuğun solucan yemesi başka, kendi türünü yemesi başka bir sonuç doğurur. Kişilik, mideye giren gıdalarla oluşuyorsa, yamyam kümes hayvanlarını yemek, insan nesli üzerinde nasıl bir etki yapar, hiç düşündünüz mü?

Yemlere, ezici çoğunluğu birkaç kişi tarafından ithal edilen ve kısırlaştırıcı etkiye458 sahip, genetiği değiştirilmiş mısır başta olmak üzere, tehlikeli bitkisel ürünler eklenmektedir. Ayrıca ‘5977 Sayılı Biyogüvenlik Yasası’459 hangi oranda olursa olsun, GDO’lu yemlerin tüm hayvan yemlerinde kullanılmasını tümüyle serbest bırakmıştır. Yani, yemlere yüzde yüz bile olsa GDO’lu ürünler eklemek, sakıncalı bile olsa yasaldır. Yine birçok gerekçe üretilerek, çeşitli aşamalarda muhtelif antibiyotik’ ilâvesi yapılmakta, hayvanlar ise bu antibiyotikleri tüketicisine aktararak, bağışıklık sistemini bozmakta yahut da kalıcı hasarlara neden olabilmekte.

Prof. Dr. Tahir Ak-soy hibrit tavukların sağlık durumunun ne halde olduğunu şöyle anlatıyor: “Bizzat üzerinde çalıştığım tavuk araştırmasında, bir civciv 42 günde 2,3 kg’a ulaşıyor. Göğüs etleri ve butları gelişirken, kalp gibi iç organlar, ilkel bir tavuğunki gibi. Bu kalp günde 400 defa atarak, kanı pompalıyor. Kalp ve akciğer basıncı düşük olduğu için, hayvan 80 yaşında aşırı kilolu bir insan durumunda, çalışmak zorunda kalıyor. Karında sular toplanıyor. Yaşatabilmek için oksijen vermek gerekiyor. Doğal olarak, hayvanların bağışıklık sistemleri kâğıt gibi oluyor. Ayağını ıslatsanız enfeksiyona yakalanıyor. Hiç hastalık yapmayan şeyler bile, bunlarda hastalık oluyor. Bir hayvan, 17 haftalık hale gelene kadar, 17 kere aşı oluyor. Yani 20 haftada 17 kez aşı. Kümese civcivle birlikte, sandık sandık ilaçlar geliyor…”

İşin sağlık boyutunun yanında iki konuya daha dikkat çekmek gerekiyor.

• Kesimdeki ‘besmelenin bir kez çekilmesini, o anki kesimdeki tüm hayvanlar için yeterli sayan görüşler olmakla beraber, aksini savunanlar da, yani ‘tek tek besmele’ çekilmeli, diyenler de mevcut.

• Kendinize ait gerçek bir tavuğu, yahut -şeklen tavuğa benzediği halde fizyolojik ve genetik yapı itibari ile değiştirilmiş bir hayvan olan- sözde tavuğunuzu kestiğinizde yaptığınız yolum ile makinelerle yapılan yolum konusunda da ihtilaflar var.

Mennan Aysan Kuzanlı’nın tavuk üretiminde kullanılan maddelerle ilgili uyarıları oldukça dikkat çekici: “Bizlere sunulan yiyecekler, ebeveynlerimizin geçmişte yedikleri yiyeceklere hiç benzemiyor. Yapılan genetik değişikliklerle ürünlerin besin değeri azaltılıyor. Tavuklar eskiye göre veya serbest yetiştirilenlere göre, daha çok yumurtluyor ancak bu yumurtaların sarıları daha az. Beyazları daha sulu. Hayvanlara verilen yemlerin oldukça ucuz olması ve havyanı en kısa sürede semizleştirmesi, yem seçimindeki temel faktör olarak algılandığından, yemlerin içine bazı hallerde, karton atıkları, eski gazeteler, ağaç talaşı, hayvan atıkları ilâve edilmektedir. Ticari yemlere büyüme hormonlarımantar ve böcek ilaçları, antibiyotik ve diğer ilaçlar, renk verici maddeler, hayvanların iştahla yemesi için lezzet verici maddeler eklenmekte. İlaç fabrikalarında üretilen antibiyotiklerin, yüzde 40’ı bu yolla hayvanlara yedirilmekte. Bu yolla da bu antibiyotiklerin, hasta olmayan insanlara geçtiğini tahmin etmek zor değil.

Diğer taraftan yemlere püskürtülen kanserojen inorganiklerden, esaslı böcek ilaçları, çok uzun yıllar bozulmadan kalabilir ve hayvanların yağında yoğun olarak depo olunur. Bu ürünler daha sonra insanlar tarafından tüketildiğinde, çeşitli sağlık sorunlarının ortaya çıkmasına neden olur. Vitamin eksikliği nedeniyle, kanatlı hayvanların üretimi sırasında göz sorunları, körlük, uyuşukluk, kemik ve kas zafiyeti, beyin ve böbrek hasarı, kansızlık ve iç kanama gibi sorunlara sıklıkla rast-lanmaktadır. Et tavuklarına, sağlıklı tavuk eti görünümü vermek, yumurtalarına, yumurta sarısının parlak görünümlü olması amacıyla, tavuk yemlerinin içine suni boyalar ilâve edildiği rapor edilmektedir. Yine yumurta tavukçuluğunda, yumurtanın olgunlaşmasını hızlandırmak amacıyla yeme katkı maddesi olarak ‘arsenik’463 ilâve olunduğu belirtilmektedir. Hastalıklı tavuk etleri, tekrar yeme katkı maddesi olarak ilâve olunabilmektedir.”

Bolivya lideri Evo Morales’in söyledikleri ise daha da çarpıcı: “Hormonlu tavuk yiyen erkekler, erkekliğin anomalilerini yaşamaya başlar. Çünkü yetiştiriciler, tavuğa dişilik hormonu enjekte ediyor! Bu nedenle, tavuk yiyen erkekler sorunlar yaşıyorlar. Ayrıca saçları dökülüyor ve kel kalıyorlar.”Alternatif İklim Zirvesinde konuşan Morales’in söyledikleri yadırgatıcı gelebilir. Ama maalesef doğru…

Leonard Sax, kimyasal kullanımının cinsellik üzerinde ne gibi sonuçlara yol açtığını şöyle özetliyor: “Günümüzde modern topluluklar, bundan elli yıl öncesine oranla, çok daha fazla oranda kimyasal kullanıyorlar. Bu kimyasallardan çoğu, vücutta, dişi cinsel hormonu östrojenin etkilerini taklit ediyor. Plastiklerin -Coca Cola, Pepsi, içme suyu için üretilen esnek şişelerde kullanılan phthalate dahil- östrojenimsi etkilerinin olduğu biliniyor. Yaygın olarak kullanılan birçok böcek ilacı da insan hücreleri üstünde östrojen etkisine sahipler. Konserve kutularının iç kısmındaki parlak ciladan da, östrojenik kimyasallar sızıyor. Bu kimyasallar ve diğerleri kanalizasyona karışıp, oradan nehirlere ve göllere giriyor; balıkları, timsahları ve yaban hayatı tehdit ediyorlar. Doğum kontrol haplarıyla alınan sentetik östrojen, dışkılama yoluyla kanalizasyona karışıyor. Bu hormonun yüzde yetmiş beşi, atık işlemlerinde ayrıştırılsa da, kalan kısmı balıklarda cinsiyet değişimleri için etkili oluyor.

Prozac haplarının etken maddesi fluoxetine’in de, balıkların üreme ve davranışları üzerinde etkili olduğu, laboratuvar çalışmalarında görüldü. Kanalizasyon yoluyla deterjanlar, böcek ilaçları, metaller ve kozmetikler gibi çok çeşitli kimyasallar, nehir suyuna karışıyor. Deterjanlarda da, balıkların üremelerini etkileyen maddeler var, ama bunlar östrojenden daha az etkililer. Teorik olarak kız çocuklarına östrojen vermenin, daha küçük yaşta ergenliğe adım atmalarına neden olacağı düşünülür. Gerçekte de, uzmanlar son senelerde, kız çocuklarının daha önce hiç görülmemiş bir biçimde çok küçük yaşlarda adet görmeye başladıklarını söylüyorlar. ABD’de, on yedi bin kız çocuğu üzerinde araştırma yapan Dr. Marcia Herman-Giddens, ABD’de kız çocukları arasında erken ergenliğin çok yaygın görüldüğünü belirtiyor. Kız çocukları, sekiz yaşındayken ergenliğe adım atıyor.

Porto Riko’da doktorlar, prematüre göğüs gelişimi gösteren kız çocuklarının kanında; yiyip içtiklerinin plastik ambalajlarından sızmış olabilecek, toksik miktarlarda phthalate buldular. Porto Riko, sıcak bir yer olduğu için plastik kaplar ısınıyor ve içlerindeki yiyecek ve içeceklere, phthalate moleküllerinin sızma ihtimali artıyor. Birçok bilim adamı, aşırı miktarda çevresel östrojene maruz kalmanın, kadınlarda göğüs kanseri riskini artırdığını belirtiyor. Göğüs kanseri oranı, son elli yılda korkunç bir şekilde yükseldi. Günümüzde, her dokuz Amerikalı kadından biri, hayatının herhangi bir döneminde göğüs kanseri olma riski ile karşı karşıya. Bu artış, plastiklerin ve diğer modern kimya ürünlerinin daha çok olduğu, endüstrileşmiş ülkelerde görülüyor. Üçüncü dünya ülkelerinde doğan kadınlar, daha az risk taşıyor. Üçüncü dünya ülkesinden, ABD gibi bir ülkeye taşındıklarında ise riskleri artıyor; bu da bize risklerin genetik değil, çevresel kaynaklı olduğunu göstermeye yeter.”

Görüldüğü üzere, balık ya da tavuk fark etmiyor. Gözünü kâr hırsı bürümüş kapitalist insanlarla, kurduğu egemenliğin elinden kaymasını engellemek için her türlü şerri, insan ve hatta tabiat üzerinde denemekten geri durmayan şeytanî düzen sahipleri, Sünnetullah’ın bozulması için var güçleriyle çalıyorlar. Biz tüketiciler ise, sadece midelerimizi bir anlık bir tatmine ulaştırmak için, bu şeytanî düzenin sahnesinde rol almaktan bir türlü geri durmuyoruz. Ve sonra, başımıza gelenlerin kendi yapıp ettiklerimiz yüzünden olduğunu unutup, bütün bunları kaderimiz sanıyoruz. Oysa kader dediğimiz şey, bizim yapıp ettiklerimizden öte bir şey değil.




Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir