Kime hangi soru sorulmaz?
Ne acıdır ki günümüzde, gerekli gereksizliği bir yana, her konu hakkında çeşitli sorular her ilahiyatçıya yöneltilebilmektedir. Bu nedenle de, ‘İslâm hukukçusu’ olsun yahut olmasın, farklı alanlardaki uzmanlar da her soruya cevap vermekte ve büyük bir kargaşa meydana gelebilmektedir. Bir fıkıh sorusunun bir sosyolog, dinler tarihçisi veya kelamcıya sorulması ve onun da bunu cevaplaması ne kadar yanlışsa, her fıkıh sorusunun her fıkıhçıya sorulması da o kadar yanlıştır. Öncelikle, o fıkıhçının uzmanlık alanı araştırılmalı ve bu minvalde sorulmalıdır. Meselâ, ‘miras hukuku’ konusunda uzman olan bir fıkıhçıya ‘genetik hukuku’ sorusu sorulması ve buna yetersiz bir cevap alınması, yeni sorunlara neden olabilir. Nasıl ki tıp doktorları branşlaşmakta olup, kalp cerrahı göz ameliyatına giremiyorsa, fıkıh doktorları da daha dar alanda ihtisaslaşmalı ve kendi alanlarının dışındaki soruları -tıp doktorlarının yaptığı gibi- başka bir uzmana havale edebilmelidir.
‘Sigara filtrelerindeki domuz kanı kullanımı’ı ile ilgili soru yöneltilen kelamcı, “domuzun kanı değil, eti haram” fetvasını verebiliyor. Oysa Maide Suresinin 3. ayeti ile çelişen bu fetva, birçok İslâm hukukçusunu kızdırmıştı. Bunlardan biri olan Prof. Orhan Çeker; “Bunu ancak cahil biri söyler. Bunu söyleyen kişi saptırıyor. Bu sözün sahipleri Kurandan ve fıkıhtan haberdar kimseler olamaz” diyerek çok sert tepki göstermişti.
Meselâ, Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı, helâlle ilgili kendisine yöneltilen soruya, “Din adamı olarak tıbbi araştırma yapma imkânımız olmuyor. Biz, konuları dinî çerçevede değerlendirip, uygun cevaplar bulmaya çalışırız. Helâl gıda uygulamasında; bir tarafta işin idari yönü, bir tarafta da işin dinî yönü ve ölçüleri vardır. Biz, Din İşleri Yüksek Kurulu olarak, işin organizasyon tarafını idari yöneticilere bırakıyoruz. Hanefi ve Şafi mezhebi arasında, bazı gıdalara ilişkin görüş ayrılıkları mevcut. Birinin helâl dediğine, bir diğeri haram diyor. Ortak ağız birliği sağlanması lazım”’12 şeklinde cevap verebiliyor. Bu cevapta görülüyor ki, idare ne yaparsa, bir ön kabulle kapsam dışına itiliyor. Oysa bu makamdan veya bağlı oldukları Diyanet İşleri Başkanlığından beklenen, helâl gıda konusunda bir enstitü kurmalarıdır. Bu enstitüde; fıkıh alanında da, ziraat, gıda, eczacılık, veterinerlik, tıp, kimya, biyoloji ve genetik gibi alanlarda da ihtisas yapmış nitelikli kimseler istihdam edilmeli, bu kimseler hem araştırma yapmalı, hem de fetva makamlarına bilirkişilik görevinde bulunmalı. Bugüne kadar konu hakkında bir şey yapılamaması kısmen mazur görülebilir, ancak Diyanet’in bu konuda bundan sonra bir adım atmaması için hiçbir mazereti olamaz.
Çünkü, özellikle gıda katkı maddeleri, hayvan besleme yöntemleri ve genetik gibi konularda, bir fıkıhçının artık tek başına, fetva vermesi çok da mümkün gözükmüyor. Mesele, sadece GDO konusunda “haram diyebilmemiz için, insan bedeninde olumsuz sonuç ortaya çıkarması gerekir” diyerek kararsız kalan Din İşleri Yüksek Kurulunun, meselenin sağlık dışında siyasi, ekonomik, çevresel, sosyolojik, tarımsal arka planlarını da bilebilme imkânı olabilseydi, hiç kuşkusuz dinî boyutunu çok daha kolay vuzuha kavuşturabilecekti. Hakikatte de meselenin siyasi, sosyal, çevresel, ekonomik, tıbbî ve hatta duygusal ve tarihi boyutu vardır. Meselenin bu boyutlarını inkâr etmeyen ABD Tarım Bakanı Tom Vilsack, üçüncüsü gerçekleştirilen Clinton Küresel Girişimi (CGI-Clinton Global Initiative) toplantısında şu tarihi itirafta bulundu: “GDO’lu ürünler, insan ve hayvan sağlığı açısından zararsız diyemem. Kesin bir kanıya varmak için erken. İnsan ve hayvan sağlığı açısından etkileri üzerinde çalışmalar ve bilimsel araştırmalar hâlen devam ediyor. Bu çalışmaların tamamlanmasını beklemek lazım.”