Geldi geçiyor bir yaz daha
Geldi geçiyor bir yaz daha.
Benim için bir yaş daha.
Bir mevsim daha.
Her sene oturup ağustos ayı yazımı yazarken gereksiz bir düşünce stresine giriyorum. Bu ay benim doğum günüm ya, sanki bambaşka bir yazı yazmam gerekiyor diye düşünüyorum. Hani kuş kondurmak, afılli mafilli şekilli föşür föşür duygulu damardan. En iyi yazım o yazım olmalı gibi.
Neden öyle bilmem.
Çok önemsediğimden sanırım buradan ulaştığım her türlü duyguyu. Her yaşı. Her doğumu.
Ha bir de şu var. Bu yazıları yazarken daha o ay yaşanmamış oluyor. Mesela bugün günlerden 12 Temmuz. Sizin okuduğunuz gün ise ağustosun bilmem hangi günü.
Ne komik. O gün hayatta olmasan mesela, yazın var.
Ay bu ne yahu… Ne çok anlam yüklüyorum her şeye. Ya zaten ben genelde böyleyim. Yazmayı seviyorum ve uğrunda kafayı yiyebilirim. Her şeyi abartan bi tipim. Üstelik sade şeyleri seven abartılı bir tipim ve bu nasıl oluyor hiç bilmiyorum.
Ruhum dalgalı.
Bir de açıkçası içimde hep bir çeşit iç ses var bir bir bana sürekli, ama sürekli: ‘Yarın öbür gün bu yazıları çocukların da okuyacak, unutma” diyor ve ben bu sese bi tane çakmak istiyorum.
“Sana ne, sa-na-ne! Okurlarsa okusunlar. Ne derlerse desinler. Ve hatta okumayacaklar belki de ne biliyorsun? Ta bugünden o bilinmeyen günü düşündürüp ne kasıyorsun beni! Ne diye ruhuma endişe, sorumluluk ve ağırlık bağlıyorsun? Ne diye özgürlüğüme kalıp takıyorsun. Ve sen kimsin?”
Sizi bilmem. Benim iç seslerimle başım hep dertte.
Onlara birer isim verdim, o kadar tanışığım yani kendileriyle ve bir ordu kadar kalabalıklar ve her türlü şekle karaktere bürünen karaktersizler her biri.
Biri Hadsiz Yargıç mesela.
Ne yapsam beğenmez, hemen yargılar, en ağır cezayı keser ve kalemi kırar. En çok onla başım dertte.
Sonra Cadaloz Teyze var.
Ayyyy anlatamam ne çok yiyor beni. Öyle yapma, böyle deme, şöyle etme, sus, konuş, otur, kalk… Her şeyime karışıyor sürekli. Her şeyi o biliyor.
Bir tanesi Elalemci.
Ah bu var ya bu iç ses, bu işte felaket tellalı. Herrrr şeyimi başkaları ne der, ne düşünür, nasıl bakar ve yorumlara göre kafama kakıp duruyor. Bir şey giyip çıkacağım kapıdan tam, “Ay o giydiğin o ortama uymaz millet güler”, tam bir şey diyeceğim “Deli misin sakın deme, ayıplarlar”, tam bi adım atacağım “Bacağını o kadar açma” bile diyebilir yani. Gıcık tipin ta kendisi. Benim ne hissettiğim umrunda değil. Hep başkası hep başkası.
Sonra Küçümseyen Cüce var.
Kendi sanki bu dünyaları yaratan dev, ben de bir işe yaramaz, aptal, sünepe bir tip. Hiçbir şey bilmiyorum, öğrenemem, beceremem, elimden gelmez, zaten cesaretim de yoktur. Ne zaman aklıma bir fikir gelse, hep sorunları dizer önüme. Engelleri sayar bana. Ne zaman adım atsam korkutur, sindirmeye çalışır.
Ne zaman elime bir şey alsam dalga geçer. Alaycı sesi kalbimi deler. Sürekli ezikler beni. Yapamazsın, edemezsin, bilemezsin vesaire vesaire.
Öyle zor ki her birine ‘sus’ demek!
Teker teker gelin ulaaaan diyorum.
Bütün bu iç seslere kulağını kapatıp kalbinden geçeni dinleyip bildiğini okumak zor iş.
Bi de nasıl zekiler bütün zayıflıklarımı onlardan iyi bilen yok. Düşünün ki ağustos için yazımı yazacağım şurada, beni çocuklarımdan dem vurarak köşeye sıkıştırıyorlar. Yuh!
Kalpsiz zalimler bunlar!
Yemin ederim oturdum iki sene çalıştım kendimi kurtarmak için bunlardan da öyle Coactive Koç oldum. Eğitimler aldım. Benim gibi başka çekenler varsa, içeriden bilen biri olarak belki yardımcı olabilirim, yol arkadaşı olabilirim, anlarım yargılamadan dedim. Nitekim anlıyorum. Delilik değil bu. Gerçek.
Böyle zamanlar için bir çeşit kalkan geliştirdim kendime.
Topuna birden afili bir küfür sallayıp bir de sıkı bir yumruk çakıp kendi bildiğimi okuma gücü versin diye.
Kaptan diyor kimileri. Evet aslında ‘kaptan’ çok daha iyi bir tanım.
Çünkü bu iç sesler başladı mı, kendini bir yelkenlide düşünsen fırtınanın ortasmdasm ve artık ne dümen tutabilir, ne yol alabilir, ne de hayal ettiğin limana varabilirsin.
Bildiğin alabora olur batarsın.
Öyle kuvvetli cırlıyorlar kafanın içinde.
Kaptan dediğinse her daim bilgedir.
Yüreklidir. Asla terk etmez gemiyi.
Elinden geleni sonuna kadar yapar. Sonsuz çabalar.
Kimsenin onu yanlış yönlendirmesine izin vermez. Dinlemez kimseyi.
Benim için de bu neyin tanımı biliyor musunuz?
Zeytin ağacı!
Evet.
Zeytin ağacı olduğumu düşünüyorum en berbat iç sesler savaşı sırasında. Kapatıyorum kimi zaman gözlerimi ve kendimi 300-400 yıllık bir zeytin ağacı gibi hayal ediyorum. Ne fırtınalar, savaşlar görmüş geçirmiş, kuraklıklar adatmış. Gelen kırmaya çalışmış dalını, giden yıpratmış yapraklarını. Hatta meyvelerini döve döve toplamış insanlar hunharca. Oysa her daim dimdik durmuş, kök salmış, yaşamış yeşermiş göğe doğru. Meyvesi güç vermiş, eneıji vermiş tadana. Yılmadan meyve vermeye devam etmiş. Dallan kuşlara yuva olmuş, hayat vermiş. Gölgesi serinletmiş isteyeni. Sığınak olmuş. Vazgeçmemiş.
En çok sevdiğim şey ise, bunca felakete rağmen bildiğinden şaşıp kimseye kulak asmamış.
Kendi yüzyıllardır neyse öyle kalmış.
O yüzden zeytin ağacı benim için bambaşka değerli.
Saçmalıklar sardı mı içimi, endişeler hortladı mı, kalbimin sesine kilit takmak isteyen yargıçlar dikildi mi karşıma, zeytin ağacı oluyorum kendimce.
Başımı kaldırıyorum, oturduğum yerde dikleşiyorum.
Bazen cevap bile vermeye gerek duymadan, sessizce yapacak olduğumu yapıyorum.
içimden gelen neyse, onu bildiğim gibi yapıp geçiyorum.
Atıyorum o atmak istediğim adımı. Fikrimi söylüyorum kim ne derse desin. Ne giyeceksem onu giyip çıkıyorum. Bakışları değil, kendimi kolluyorum.
Ne zaman kafam karışsa ve o iç sesler mi, yoksa Yonca’nm kalbi mi konuşuyor emin olamasam; sessizce çöküyorum zeytin ağacımın dibine:
‘Yoncacım, canın ne istiyor, açıkça bir söylesene…” diyorum kendime.
İnanır mısınız, gümbür gümbür çıkıyor cevap.
Öyle emin ki insanın canının ne istediğinin sesi.
Zerre tereddütü yok.
Tam da bu yazıyı yazarken yaşadıklarım gibi.
Anlattıklarımın hepsini yaşayarak bu satıra geldim.
Demek istediğim şu yani;
O seslere bi çakarım görürler. Ve çaktım da yazdım bu yazdıklarımı. Yoksa yok çocuğum okuyacak, yok doğum günüm filan derken kim bilir ne yazacaktım kasıla kasıla.
Zeytin ağacıyım ben.
Yaşın değil, başın değil, kalbin ne diyorsa odur.
Sağır Kurbağa hikayesini bilir misiniz bir de?
Bilen bir daha okur, bilmeyen de öğrenmiş olur diye aşağıya alıntıladım.
O kurbağayım işte ben.
Oh be!
Yonca ‘Yeşil kurbağa’
SAĞIR KURBAĞA
Kurbağalar bir gün yarışma düzenlemiş.
Hedef; çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek için toplanmış ve yarış başlamış. Gerçekte seyirciler arasında hiçbiri yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş. Sadece şu sesler duyulabiliyormuş: “Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!”
Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar, içlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş. Seyirciler bağırmaya devam ediyorlarmış: “Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!”
Sonunda bir tanesi hariç, hepsinin ümitleri kırılmış ve bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayret ile mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içerisinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemiş. Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş; “Bu işi nasıl başardın?” diye. O anda farkına varmışlar ki; kuleye çıkan kurbağa sağırmış!
Siz de, hayallerinizi gerçekleştiremeyeceğinizi söyleyen söz ve kişilere karşı hep sağır kalın. Olumsuz düşünen insanları duymayın!
TAZE LİSTEM VAR
Evet arkadaşlar, şaka maka siz bu yazıları okurken ben Runfıre Cappadocia’da koşmuş gelmiş olmalıyım diye düşünüyorum. Bitirmişimdir elbet di mi, en sevdiğim koşular doğa içinde olanlar. Yürüsen de oluyor. Yeter ki devam et.
Kendime bir güzel Spotify listesi hazırladım pek tabii. Pek bir çıstak, pek bir gaz veren, pek bir yazlık, pek bir haydi hoppa ve aynı anda rampalar için sükunet ve sabır Yonca diyen tatta.
Kendisinin adı ‘Bastır Yonca’ open.spotify.com/user/4yaprakliyonca adresinden bulabilirsiniz.
İlgi ve müzikal alakalarınıza.