Et sorunları ve et hastalıkları
Et sorunları ve et hastalıkları
Dünyanın Durumu raporundan endüstriyel kırmızı et üretimiyle ilgili bazı bilgileri aktaralım: “İnekler geviş getiren hayvanlardır, yani ot, baklagiller ve ekin artıklarını yerler. Fakat tesislerde -GDO’lu- mısır ve soya fasulyesi karışımını yiyorlar. Çünkü bu şekilde beslenen inekler ve diğer hayvanlar hızla kilo alıyor ve daha iri bir hayvan, daha yüksek satış fiyatı anlamına geliyor. İneklerde şişkinlik, asidoz, karaciğer apsesi, gaz ve bu zengin beslenme biçiminden kaynaklanan diğer sorunlar görülüyor. Bu hayvanların gübreleri, sebzelerin bile bozulmasına neden oluyor. Tahıla dayalı bu beslenme, ineğin midesinde zararlı mikropların üremesine neden oluyor. Oysa ota dayalı beslenme bu mikroları öldürüyor. Sığır ve diğer hayvanlara, antibiyotik verilmesinin nedeni budur. ABD’deki çiftlik hayvanlarına, insanlardan 8 kat fazla antibiyotik veriliyor. Bu hayvanlarda e-koli, salmonella ve diğer öldürücü virüsler hızla yayılabiliyor.
Kalabalık ortamlarda yetiştirilen hayvanların etinin, mikroorganizmaların artmasına neden olduğu biliniyor. Bunun sebebi ise hayvanların genellikle mezbahalarda dışkıyla kaplanmış hâlde olmalarıdır. Sorun, tüketicilerin aldıkları ürünleri dikkatle incelemelerinde değil, gıdaların üretim sürecinde yatıyor. Meselâ deli dana hastalığı, geviş getiren hayvanların, başka hayvanların kalıntılarıyla beslenmelerinden kaynaklanıyor ve bu virüsün bulaştığı etleri yiyen insanlar hastalanıyor.
-Ot yerine yemle beslenen hayvanlarda, kanser, diyabet, obezite ve bağışıklık sistemi sorunlarıyla bağlantılı olan, omega-6yağ asidi (zararlı yağlar) birikiyor. Oysa otla beslenen hayvanlarda, kolesterolü düşüren ve yağlı balıklarda da görülen omega-3 yağ asidi bulunuyor. Ayrıca otla beslenen hayvanlarda, tümör gelişimini engelleyen, obezite ve başka hastalık riskini azaltan bileşmiş linoleik asit düzeyi daha yüksektir.”,n
Türkiye’de kimyacılar, gıdacılar, ziraatçılar ve tıpçılardan oluşan ‘Deli Dana Hastalığı İzleme Komisyonu’ kurulmuştu. Ancak daha sonra feshedildi. Bakanlık, fesih gerekçesini bir türlü açıklamıyor. Deli Dana Hastalığı (BSA) 10 ila 20 yıl arasında bir kuluçka dönemi geçirir. Bir tüketici, bu virüsü taşıyan eti yemişse, hastalık bundan 10 ila 20 yıl sonra ortaya çıkabilir. Bu da, bu virüsün son derece sinsi ve tehlikeli olduğunu gösterir. Daha tehlikelisi ise, kesilen her hayvanın beyni tek tek analiz edilmediği müddetçe, bu virüsün ette var olup olmadığının anlaşılamamasıdır. Yani et analiz edilerek deli dananın varlığı anlaşılamaz. Deli dana hastalığına neden olan protein, yiyen insanların beyin dokusuna yerleşir ve beyni zamanla süngerimsi bir do.kuya dönüştürür. Bunun için de hayvanların katkılı yemlerle değil, doğal yemlerle beslenmesi mutlak şarttır. Deli dana virüsü olan bir hayvanın etinden de, sütünden de bu virüs geçebilir. Bu durumda, tüketilen her hayvansal ürün ve bu ürünü içeren endüstriyel gıdalar, bu riski taşırlar. Görülüyor ki, insanlığı nasıl bir geleceğin beklediğini şimdiden kestirmek oldukça güç!
Beslenme veya başka sorunlar nedeniyle; hayvan kanserli ya da bedeninin herhangi bir yerinde tümör olsa bile, çoğu kez kanser olan kısım kesilerek, bedenin diğer kısımları toksinler ve hastalıklarla dolu olduğu halde, et olarak satılmaktadır. Amerika’da, kesilmiş hayvanların rutin olarak kontrol edildiği bir yerde, göz kanseri olan 25.000 sığırın biftek olarak satıldığı saptanmış. Bilim adamları, hastalıklı bir hayvanın ciğerinin, balıkların beslenmesinde kullanıldığında, balıkların da kansere yakalandığını kanıtlamışlardır. Et uzmanlarından başka hiç kimse, kesilen hayvanlarda ne kadar ciddi hastalıkların bulunduğunu bilemez.Etle ilgili çok sayıda çalışma, insanları büyük bir tehlikenin beklediğini gösteriyor. Egemen şirketler ve güçler bu durumdan memnun. Çünkü her sorun için önerecekleri, eczane raflarında beklettikleri ilaçlan var. Bu ilaçların çözüm üretip üretmediğinin ve başka sorunlara neden olup olmadığının da bir önemi yok. İlaçların daha çok satması yeterli. Kitabın ilk bölümlerinde değindiğimiz, ilaç üreticilerinin o hayati isteğini yeniden tekrarlamak gerekiyor: “İlaç pazarına baktığımızda ortalama kişi başına ilaç harcaması 130 dolar civarındadır. 130 dolarlık pazar oldukça düşük görünmektedir. Bunun yukarı çekilmesi elzemdir.”Galiba mesele netleşiyor. 130 doları daha artırmak için ne yapmak lazım. Eşe dosta giderken, eczaneden birkaç ilaç paketletemeyeceğimize göre. Market rafından paketletebiliriz. O da, ilaç satışımızı yukarı çekmek için gerekli gayreti gösterecektir.
Taraf Gazetesi, 17 Eylül 2010 tarihinde, ‘Burger King’e virüslü et soruşturması’ başlığıyla, ertesi günse ‘Maret ürünlerinde bakteri bulundu’ manşetiyle çıkmıştı. Yurt dışından, kesilmiş et ithalatına izin verildiği günlere isabet eden bu tartışma, sorunun sadece bir boyutuna işaret ediyordu. Oysa denetimden sorumlu, Tarım Bakanlığı Koruma Kontrol Genel Müdürlüğünün 18 Şubat 2010 tarih ve 12348 sayılı yazısı her şeyi özetliyordu. Genel müdür yardımcısının imzasını taşıyan yazıda, Bakanlık; “Bakanlığımızın laboratuvar müdürlüklerinde, üretimi yapılan karışım et ve et ürünlerinde, tür tayini yapılmaktadır. Ancak et ve et ürünlerinde, oran tespiti yapılamamaktadır” diye belirtmektedir.
Gazete, haberi şöyle veriyordu: “Maret ve Burger Kingde yaşanan olayda, alınan hemen hemen bütün ürünlerde salmonella ve listeria bakterilerine rastlanıyor. İşin daha korkuncu ise, numunesi alınan et ürünlerinin markasının çok ünlü olması…” Evet, Türkiye’nin ve dünyanın en ünlü iki markasında bu virüsler varsa, diğerlerinde neler olmaz, demeye getiriyordu gazete. Bu haberle ilgili hikâye, günlerce manşetlerde kaldı. Soruşturma henüz tamamlanmış da değil. Olayda oldukça ilginç özellikler var. Bu inceleme, Tarım Bakanlığının rutin bir incelemesi değil. İnceleme bir ihbar üzerine yapılmış. Mayıs 2010’da yapılan incelemede, 12 ton ette salmonella ve listeria bakterilerine rastlanmış. Virüslü et miktarı, 160 bin porsiyon hamburgere yetecek kadar. Tarım Bakanlığı, virüslü etlere el koyup, imha etmek yerine, depoda bırakmış. Olaysa, kamuoyundan, her defasında olduğu üzere gizlenmiş. İddialar öyle ki, aksi de ispat edilemiyor. Virüslü etler piyasaya sürülmüş ve insanlar da afiyetle yemişler.
Bu haberleri sütunlarına taşıyan hiçbir yayın organı, bunun hesabını Tarım Bakanlığına sormuyor. Şimdi, her ilde yılda sadece 3 adet et ve et ürünleri denetimi yapabilmiş o bakanlığa birkaç soru sormak istiyorum:
• Öldürücü virüs taşıyan etlere neden el koymadı?
• Bu etleri neden imha etmedi?
• Virüslü et satan firmaları neden kamuoyu ile paylaşmadı?
• Bu firmalara neden konu yargıya taşınıncaya kadar cezai işlem uygulanmadı ve firma hakkında dava açmadı?
• Suç duyurusunda bulunmak için, neden konunun haber olmasını bekledi?
• Yasal yükümlülüğü olduğu halde, neden toplum sağlığından yana değil de, virüslü et satan firmalardan yana oldu ve olmaya devam ediyor?
• Bu firmaları açıklama yetkisi yok ise, neden yasal değişiklik talebinde bulunmadı?
Soruları çoğaltmak mümkün, lâkin amaç sorunu çözmek olsaydı, bütün bunlar zamanında yapılırdı. Türkiyede, GDO’lu pamukların GDO’suzmuş gibi piyasaya sürülmesi için, bir ABD’li şirketin bazı bürokratlara rüşvet verdiği gazete manşetlerine ve suç duyurularına konu olduğu halde, bu konuda soruşturma açılmamış olması da gösteriyor ki, amaç üzüm yemek değil. Girmek ve uyum sağlamak için çırpındığımız AB, kanser yaptığı için ‘Posilac’ adlı sığır büyüme hormonunu (rBGH) yasakladığı hâlde, aynı hormonun bu ülkede hâlâ serbest olması, sağlık ve tarım politikalarımız hakkında yeterli ipucu veriyor. Kaldı ki ‘kuş gribi’ ve ‘domuz gribi’ skandallarında da, Tarım ve Sağlık Bakanlıklarımızın, küresel egemen güçlerin safında yer alması da endişelenmekte ne kadar haklı olduğumuzu gösterir. 13 Aralık 2010 itibarıyla, mevzuata aykırı ürün ürettiği tespit edilen firmaların ilan edileceği açıklandı. Uygulanabilirse önemli bir adım. Ancak asıl mesele, gıdada neyin sorun olduğu ve sorun olarak görüldüğü algısıdır.