Ekoloji-ekonomi savaşı

Ekoloji-ekonomi savaşı

Yaşadığımız çağda iki görüş kıyasıya savaş içinde. Ekonomik ve ekolojik dünya görüşleri, belki de dünya tarihinde benzeri görülmemiş bir kimyasal çağ olan 19. yüzyılda başlar. Bu sarsıcı dönemi izleyen 20. yüzyılda ise, tahribat ve değişim tufanı yeni bir ekonomik düzen inşa etmenin yanı sıra, yeni bir insan modeli de inşa etmiştir. Bir kazanın ilk anlarında hissedilemeyen travma gibi, bu yeni savaşın meydana getirdiği kerahet de, insanlar tarafından fark edilemedi. Bu nedenle, ekonomik dünya görüşüne karşı duruş olan ekolojik/tabiî dünya görüşünün oluşumu gecikti.

Ekoloji-ekonomi

Hâlen benzer savaşlar yapılagelse bile, geçmiş yüzyıllarda dünyadaki savaşlar; siyasî, dinî veya ganimet gibi nedenlerle yapılırdı. 18. yüzyıldaki sanayileşme ve endüstrileşme ile birlikte, savaş türlerine ‘teknolojik gıda savaşları’ ile ‘ekoloji/ ekonomi savaşı’ da eklendi. Geçmişteki savaşlar ordular arasında yapılırken; yeni dönemde savaş şirketler ile insanlık arasında, hatta tüm evrendeki canlı ve cansız varlıklar ile şirketler arasında tezahür ediyor. Bu çetin savaşta koskoca bir evrene karşı, küçük(!) şirketlerin fiilleri öylesine tahrip edici sonuçlar ortaya çıkarıyor ki; şayet savaş bu şartlarda sürmeye devam eder ise evren, dolayısıyla da yaşam yok olmakla yüz yüze. Meselenin daha iyi anlaşılması için, ekoloji/tabiî yapı ile ekonomi/şirketler arasındaki temel amaçların ortaya konulması gerekir. Tabiî yapı; fıtrat, doğa veya tabiattır.

Yaratılıştan bu yana devam eden döngüsünde, vahşi olarak görünen yapısında bile bir koruma ve denge unsuru taşır ve kendi haline bırakılmayı ister. Tabiatta her şey birbirine muhtaçtır. Mülkiyetten ziyade ortaklığı, dayanışma ve sahiplenmeyi öngörür. Temel yasası ise fıtrattır. Tabiatta herkese ve her şeye koşulsuz ‘yaşama hakkı’ tanınır. Doğal yollardan, doğal süreçleri izleyerek yaşamak, üremek, yaşatmak ana düsturdur. Ekolojinin temel yapı taşlarından olan toprak ve su, temiz olmalarının yanı sıra, en iyi temizlik maddesi ve insan, hayvan, bitki ve tüm canlı organizmalar için yaşam kaynağıdırlar. Su, tohum ve toprak insanlığa aittir. Hiç kimse zimmetine geçiremez. Sahip çıktığı, koruduğu ve işlediği müddetçe onundur. Aksi halde, doğal ya da hâkim güç, bunu onun elinden alır. Tabiattan ‘hızlı’ olması da istenemez. Ekolojik sistemin her parçası, diğer canlılar gibi, dinlenmeye ve kendini yenilemeye ihtiyaç duyar.

Ekonominin ‘büyüme’ olarak adlandırdığı şey, aslında tabiî sermayenin hızla tahrip edilerek, -sayıları binlerle ifade edilebilen bazı küresel güçlerin kâr hanesine yazılmasıdır. Tabiî yapıda büyüme ise; her fani gibi doğup, büyüyüp, gelişip, doğduğu toprağa geri dönmektir. Onun yasasında ölüm olsa da, bu asla bir yok oluş değildir. Ekonomik dünya görüşünün yahut ekonomik sistemin temelleri, 14. asırda İtalya’da başlayan ve daha sonra Almanya’da güç bulup, İngiltere’de neşv-ü nema bulan bankerlikle atılır. Bu sürecin günümüzdeki en büyük temsilcisi, Meksika Körfezini bir petrol denizine dönüştüren BP’nin sahibi Rothschild’ler ve Mobil’in sahibi Rockefeller’dir. Ekonomik dünya görüşü, hep şirket çıkarını öngörür. Özgürlüğü ise; ne zaman, nerede, ne isterse üretebilme ve istediği yere satabilme olarak kodlar ve her şeye sahip olmak için çalışır. Mutlak mülkiyeti öngörürken, yasası güçtür.

Yılda 500 milyon ton kanalizasyon, 60 bin ton deterjan, 3 bin ton ağır metal, 600 bin tondan fazla petrol atığı bıraktığı Akdeniz örneğinde görüleceği üzere, her şeyi kirletir ve öldürür. Daha içerden bir örnek verecek olursak; yılda 3,7 milyon ton civarında çöp üreten İstanbul, bunun sadece yüzde 10’unu geri kazandırabi-liyor. Su, tohum ve toprağı gasp ederek mülkiyetine geçiren patronun ana düsturu; kâr etmek, piyasa değerini korumak, yükselmek, daha gerçekçi bir ifadeyle kısa yoldan köşe dönmektir. Günümüz ekonomik görüşü, yani şirket ekonomisi; şayet çıkarı yoksa hiçbir canlıya hiçbir şey vermez, aç bırakır ve yok eder. Bu denli gelişmişlik, ekonomik kaynak ve sözde verime rağmen, üç milyardan fazla insan geçinmekte zorlanıyor, 1 milyardan fazla insan açlık sınırında yaşıyor ve 100 binden fazlası ölüm sınırında. Diğer yanda, dünyanın içilebilir su kaynaklarının yüzde 25’i tek başına, dünyanın en ünlü içecek firmasına ait.

1900 yılında dünya nüfusu 1,7 milyar iken, 2000 yılında 6,1 milyar kişi olmuştur. 1900 yılında, yıllık 1 birim üretime karşın, 2000 yılına gelindiğinde yıllık 29 birim üretim yapılır hâle gelinmiştir. Nüfus artışı 3,6 kat olmasına karşın, üretim artışı 29 kat olmuş. Dünyanın 1900de yarım trilyon doları bile bulmayan toplam tüketim harcaması, 1960da 4,9 trilyon, 1996da 23,9 trilyon, 2006da 30,5 trilyon, 2009da ise 37 trilyon dolara ulaşmış. Nüfusu 4 kat bile artmayan bir dünyada, 110 yılda 74 kat artan tüketim harcamasının oluşu, gereksinimlerin nüfusa bağlanması yalanını ortaya çıkarması bakımından son derece manidardır. Kullanılan eşyalar açısından baktığımızda, yılda 68 milyon taşıt, 85 milyon buzdolabı, 297 milyon bilgisayar, 1,2 milyar cep telefonu tüketiliyor. Bu tüketim malzemeleri için, yılda 60 milyar ton doğal kaynak harcanıyor.

Tabiî üretim yapılan dönemde bir tavuk 6 ayda kesilebilirken, ekonomiye göre üretim yapılan dönemde aynı tavuk çok sayıda kimyasal ve antibiyotik desteği ile 42 günde kesime gidiyor. Yoğurdun 6 saatlik mayalanmasına bile tahammül edemeyen ekonomik model insanı, bunu suni katkı maddeleri ile hızlandırmaya çalışıyor. Kur’an-ı Kerim insanın bu aceleciliğini, “İnsan, hayrı istediği kadar şerri de ister. İnsan çok acelecidir” şeklinde ifade eder.




Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir