‘Helâl sertifika’ çözüm mü paradoks mu?
NETİCE-İ KELÂM
Helâl tüketim konusunda yeterince hassas davranmasa bile, bu ülke insanının ezici çoğunluğu Müslümandır. Müslüman olmayanı da, Müslümanların inançlarına saygılıdır. Yaşadığı toplumun değerlerine düşman kesilmiş tiplerimiz bile, suyundan gidildiğinde merhamete gelir. Netice itibariyle, azdır çürüğümüz bizim. Şeytan peşini hiç bırakmadığı için, sulu sütünü bile ‘suuuüüüt’ diye satacak kadar saftır bu toprağın insanı. Sorun kendinde değil, ihmal edilmişliğindedir. Seksen yıl önce bildiği ne varsa unutturulmuş, Kitabı ve Peygamberiyle bağı koparılmaya çalışılmış çünkü. Bu yüzden o hâlâ, devletinin tüketimde helâl hadlerine riayet ettiğini zannediyor.
Bu yüzden, Müslüman olmanın helâl üretmek ve tüketmek için yeterli olduğunu düşünüyor. Dünyayı saran şeytanî tüketim tarzı, onu da etkilemiş, onu da uçtan uca savurmuştur. Buna rağmen açık etmese de, bırakınız haramı, şüpheli her şey yüreğinden yaralar onu. O ağır imtihan, ne bitmiştir ne de bitecek. Çünkü insan, zaten imtihan için vardır. Allah, yarattıklarının ezici çoğunluğunu kesin bir dille imtihan vesilesi kılmış, bir kısmını ise şüpheli kılarak, gayret edip derecemizi artırmamız için bırakmıştır. Geri kalan ne kadar temiz nimet varsa da, insan eliyle kirletilmemek kaydı şartıyla istifademiz için helâl kılmıştır. Tek yapmamız gereken şeytanın çağrılarına ‘Euzubillahimineşşeydanirracirh demek. Zor mu? Hayır, hayır! Zor değil.
Bir düşünsenize, devlette bir yere memur olup ayda bin lira kazanmak için çektiğimiz çileleri. Anaokulu, ilköğretim, lise, üniversite derken yaklaşık 17 yıl süren eğitimleri, her biri arasındaki amansız sınavları ve karşılaşılan diğer mücadeleleri… Bütün bunlar için nelerden fedakârlık eder insan ve efradı. O halde kısacık dünya yaşamında sağlıklı, ebedî hayatında da mutlu olmak için, haramlardan sakınmak neden zor olsun ki? Unutulmamalıdır ki din; kulun heva ve hevesinden kurtularak, yalnız Allah’a (c.c.) kul olunması için gönderilmiştir. Yemek helâl da olsa haram da olsa, insanın midesini doyurur. Ancak din, helâli ve haramı belirtmiş, insanı iradesi ile baş başa bırakmıştır. Haramı tercih eden de, helâli tercih eden de bunu kendisi için yapmıştır.
‘Helâl sertifika’ çözüm mü paradoks mu?
Derdimizin biri bitmeden, diğeri başlıyor. Aslında bunda yadırganacak bir durum yok. Çünkü imtihan ediliyoruz. Başımıza gelenlerin hepsi yapıp ettiklerimiz yüzünden… Bir yanda nefsimiz, diğer yanda şeytan. Bugün bazıları için hâlen Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde yaşamak, helâl tüketmek için yeterli sayılıyor. Ancak Tayland, ABD veya Güney Afrika gibi ülkelerde takva sahibi Müslümanlar, ülkelerindeki gıdaların ekseriyetinin helâl olmadığı bilincinden hareketle, çözüm arayışlarına giriştiler. Bunun için de ‘helâl sertifikası’ adı verilen çözümler geliştirdiler. Bunlar ilk çıktıkları zaman son derece iyi niyetli çabalardı. Ama hiçbir şey başladığı gibi olmuyor. Maalesef, helâl sertifika meselesinin geldiği noktada büyük sorunlar ortaya çıktı. Netice itibariyle, ihlâs ve samimiyet ortadan kalkmasa bile azaldı.
Bu coğrafyalarda pazar kaybeden egemen güçler, kayıplarını telafi etmekte pek zorlanmadılar. Çünkü -özellikle Müslümanların azınlıkta olduğu ülkelerde- adı ‘Müslüman’ ama kendisinin Müslüman olup olmadığı tartışmalı kimseler adına, sözde ‘helâl sertifika’ kuruluşları kurdular. Bir kâğıdın başına ‘besmele’ altına da ‘helâl’ yazınca, nasılsa her şey çözülüyordu. Çünkü çağın Müslümanları, bir fâsığın getirdiği haberi araştırmak gibi bir derdin sahibi değildiler. Tam da hesapladıkları gibi oldu. Artık adını sanını kimsenin bilmediği ülkelerde bile, onlarca hatta yüzlerce ‘helâl sertifikası’ dağıtan kurumlar ortaya çıktı. Hatta öyleleri vardı ki; belge verdikleri sanal ülkelerin -haritada olmayan- yerini kendileri de bulamıyorlardı.
Dünyada sınırların kalkması, gıdaların tümüyle endüstriyel bir metaa dönüşmesi, her biri âdeta bir zehir ve hastalık deposu petrokimya ürünü sözde gıdaların üretilmesi, gıdayı dünyanın en büyük sorununa dönüştürmüştür. Yeryüzü ilk olarak pestisitlerle tanıştırıldı. Ardından genetik değişimlerle. Amaçları insanı kontrol etmekti ve bu amaca giden tek yol, insan ve diğer canlı mekanizmanın tabiî yapısını bozarak, kendilerine bağımlı hâle getirmekti. İnsanlık kendilerine bağımlı olacak ve kendileri de yeryüzünün efendileri olacaklardı. Müslümanların dizginlerini ele geçirmenin tek yolunun, onları midelerinden vurmaktan geçtiğini gayet iyi biliyorlardı. Politika yahut strateji belirleyicileri, kitabımız Kur’an-ı Kerim’i ve O’nun tebliğ-cisi Efendimiz’in (s.a.v.) hadis-i şerifleri ve sünnetini bizlerden daha iyi biliyorlardı. Helâl, haram ve şüphelileri birbirine karıştırmakta da pek mahir çıktılar. Gıdalarımızı kontrol ederlerse bizi de kontrol edebileceklerini öngördüler ve böyle de oldu.
Hiçbir aykırı sese tahammülleri yoktu. Rachel Louise Carson 1 milyondan fazla satış yapan ve 22 dile tercüme edilen Sessiz Bahar/Silent Spring adlı kitabı yazdığında, tarım, ticaret ve pestisit taraftarları çileden çıktılar. New fersey Tarım Müdürü E A. Joracy, bu kitap için; “Ekonomimizde önemli bir yer tutan tarım kimyasalları konusunda ikna olmamış, doğanın dengesi, organik bahçecilik, kuş sevgisi gibi konularda yanlış bilgilendirilmiş, gürültücü ve müfrit bir kitlenin tipik tutumunu sergiliyor” dedi. ABD Federal Pestisit Kontrol Kurulunun bir üyesi; “Kendisini evde kalmış bir kız sanıyordum. Bu durumda genetikten bu kadar endişe duymasının sebebi ne?” derken, DDT839 üreticisi Montroce Chemical firmasından P. Rothberg ise Carson’u ‘doğa dengesinin bağnaz bir savunucusu’ olarak yaftaladı. Monsanto firması ise Monsanto Magazine adlı yayınında, Carson’un kitabıyla ilgili ‘perişan yıl masalı’ başlıklı alaycı bir yazı yayınladı ve yazı vesilesiyle ‘pestisitlerin olmadığı bir dünyada kıtlık ve perişanlık baş gösterir’ şeklinde abuk subuk bir iddiayı ortaya attı.
Elli dört gıda ve kimya üreticisini temsil eden ‘Besin Derneği’ ise, Carson’u çürütme iddiasıyla sözde bir ‘bilgi paketi’ hazırlayarak; tarımsal deney merkezleri, doktorlar, hemşireler, Amerikan Halk Sağlığı Derneği üyeleri, ziraat mühendisleri, veterinerler ve daha pek çok gruba ulaştırdı. Carson, ülkenin önde gelen doktorlarının ve ilgili derneklerin, gerçekleri bildikleri halde niye sustuklarına şaşırıyordu. Carson, bir gazeteciye yaptığı açıklamada, “Pestisit konusunda, yılda 300 milyon dolar kazanan bir endüstrinin, sağlık konusunda objektif olduğuna inanılmasını anlayamıyorum!” dedi.
DDT’yi ilk kez pestisit olarak geliştiren, İsviçreli kimyager Paul Hermann Mül-ler840 New York Timesda, Carson’un Nobel Barış Ödülü alması gerektiğini yazdı. 29 Ağustos 1962’de ABD Başkanı John E Kennedy,841 düzenlediği bir basın toplantısında, yönetiminin pestisit problemi ile ilgili bir şeyler yapıp yapmayacağı sorusunu cevaplarken, Carson’un Sessiz Bahar kitabından alıntı yaptı. Bundan kısa bir süre sonra Kennedy, başkanlığa bağlı bilim danışma kurulundan meseleye el atmasını istedi. Kurulun hazırladığı nihai rapor, Carson’un endişelerinin büyük bir kısmım yansıtmaktaydı.842 Bu rapor, Tarım Bakanlığı ve Halk Sağlığı Servisini rahatsız etti ve korkuttu. Çünkü bu kurumlar büyük şirketlerin kontrolündeydi.
Görüleceği üzere; sorun sadece alkol, domuz eti, kan, hayvan kesim şekli gibi herkes tarafından bilinen haramlarla sınırlı değil. Kur’an-ı Kerim’in ‘helâl ve temiz olanlardan yiyin isteğinin, temizlik açısından anlaşıldığı, bu nedenle de helâllik konusunda büyük sorunların yaşandığı ortada. Bu sorunlar hakkında bilinç sahibi kimseler, süreci eleştirmek ve toplumsal bilinci geliştirmek için örgütlenmeye başladılar. Ardından da, helâl sertifika hastalığına yakalandık. Çünkü şeytanî düzenin sahipleri, bizleri kaybetmek istemiyordu. Aramıza ‘para girdi’ ve hesaplar başladı. Yapılan hesaplara göre, dünyanın üçte biri Müslüman’dı. O halde ‘2 trilyon dolarlık bir pazar payından, pay alınmalıydı.’ Bu hastalığa, maalesef bazı Müslümanlar da yakalandı. Kimileri samimi olsa da, kimilerinin hesapları, Müslümanların helâl gıda sorununa çözüm üretmek değil ranttan pay almak üzerine kuruluyordu. Ve sürekli aynı şey pompalandı: ‘2 trilyon dolarlık büyük pastadan pay almak!’
İş kolaydı. Üç beş kişi bir araya gelecek, bir dernek veya şirket kurulacak; ardından ‘sertifika’ adlı bir kâğıt parçası düzenlenecekti. Bugün olmazsa yarın, tüm üreticiler ve hizmet sağlayıcıları sıraya girecekti. Sonra gelsin paralar… Hizmet mi? Para gelirse, hizmet kendiliğinden gelirdi nasılsa. Sürekli işin parasal boyutu işlendi. Devlet Bakanı, TSE Başkanı, oda başkanları, işadamı derneği temsilcisi, mühendisi, şusu busu, konuşan herkes, ‘2 trilyon dolardan’ bahsediyordu. Amaç; şahısların, şirketlerin veya ülkenin bu dev pastadan pay almasını sağlamaktı. Şeytan bunu üfürüyordu durmadan. Önce devlet, TSE üzerinden bu işe el attı. Birkaç laikçi, ‘olur mu, devlet bu işe bulaşmamak, haksız rekabet doğar dedi.
Laikler bu sefer doğru söylüyorlardı. Biz de onlar gibi düşünüyorduk. Ama nedenlerimiz farklıydı. Onlar meseleye haksız rekabet açısından bakıyordu. Bizse ‘laik ve laikçi devlet, Müslümanların hiçbir meselesine burnunu sokmamak’ diyorduk. Çünkü mesele Müslümanların özel meselesiydi. Devlet, 80 yıldır hangi sorunumuzu çözmüş ki, bunu çözecekti. Başörtümüze bile tahammül edemeyen, kurban derisine, fıtr sadakasına kadar tenezzül eden devlete ne olmuştu da, Müslümanların helâl ve haramlarıyla ilgileniyordu? Her ürünümüze alkol ve domuz mamullerinin eklenmesine izin veren o değil miydi de, şimdi bu işle yakından ilgileniyordu? Laik devletin bu işten ne çıkarı olacaktı?
Tek neden, iktidardaki siyasi partinin mensubiyeti miydi? Şayet öyleyse, iktidar onlara baki değil ki? Ama mesele çok açıktı. 2 trilyon dolardan pay almak, ihracatı artırmak, ekonomiyi güçlendirmek. Ne de olsa, küresel kapitalist bir ekonomik düzeninin parçalarıydık… Bu masal öylesine işlendi ki, konuyla ilgili hangi etkinliğe gitsek, kim ağzını açsa, ‘2 trilyon dolar’ diyor, başka bir şey demiyordu.
Sertifikacılarda patlama
Türkiye’de 3-5 bin dolara sessiz sedasız ‘sözde helâl sertifika’ dağıtan firmalar vardı. Parayla ISO belgesi alanlar gibi, hemen hiç kimse bu sertifikalarını deklare etmiyordu. Zaten bazı müftülüklere gidip az bir paraya helâl yazısı da alınabiliyordu. Sadece ürünleri ihraç ederken, Müslüman alıcıları ikna için kullanılan bu sertifikaların gerçek olmadığım onlar da biliyorlardı. Yine eminlerdi ki; ürettikleri ürünlere kattıkları şeylerin menşeleri karanlık, hatta haramlardandı. Domuz jelâtinini, sığır jelâtini diye etiketleyip, parayla sertifika aldıklarının farkındaydılar. Sığır bile olsa, kesimin helâl kesim olmadığını çok iyi biliyorlardı. Sorun uzayıp gidiyordu…
‘Helâl sertifikamız var’ diye kamuoyuna deklare edenler, karşılarında sayıları az da olsa, bilinçli ve Allah’tan başkasından korkmayan ‘Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi’843 gibi örgütleri bulacaklardı. İçerde kimse helâl haramla ilgilenmiyordu. Dışarıdan sorulunca da belge gösteriliyordu. Nasılsa böylece kervan yürüyordu.
Ardından, farklı dernek ve şirketler kurulmaya başlandı. Güzel şeyler söyleniyordu. Fakat unutulan bir şey vardı: ‘Helâl ama buna kim karar vefecekti ve bu helâl kime göre helâl olacaktı?
Bu helâllik hangi mezhebe, hangi cemaate, hangi hoca efendiye göre olacaktı? Bu iş hangi ekiple ve finansmanla yürütülecekti? Başarı şansı neydi?’
Sertifikalar birbirini izledi. Tavukçu firmaların ‘helâl olsun’ları ile başlayan reklâmları, eski ama büyüyen bir problemin ayak sesleriydi. Üstelik bu kez bağıra bağıra geliyordu. Elbette endişemizde haklıydı. Çünkü referanslarının arasında ‘Efes Pilsen Biracılık A.ŞÖ ‘Shiller Biracılık A.Ş.’ ve ‘Danone Food Co. Ltd.’ gibi firmalar göze çarpıyordu.
Elimizdeki bir belgeye göre İslâmi usullere göre helâl kesim domuz jambonu, etiket ve sertifikasının olduğu bir dünyada domuza helâl sertifikası veriliyorsa, biracılara da verilebilirdi. Nasılsa Kâbe’nin bitişiğindeki marketlerde de Efes Pilsen’in biraları satılıyordu. Üstünde de kocaman ‘alkolsüz’ yazıyordu. O hâlde helâldi (!) Alkolsüz biralar, kolalar, meyve suları, sade veya aromalı gazozlar, enerji içecekleri, aromalı ve yapay maden sularına eklenen alkol ve diğer zararlılar; hepsi helâldi! Biracılara sertifika veren şirket, sitesinde sertifikaları İran’da kurulu ‘ICRIC’ adlı kuruluş adına verdiğini yazıyordu. Elbette bu kadarla da sınırlı değil. Almanlar’a ait ‘TÜV Rheinland’ bile ‘TÜV Rheinland Türkiye’ aracılığıyla Türkiye’deki firmalara helâl sertifikası dağıtıyor. Bu durum hiç söze gerek bırakmıyor ama yapılan iş Müslüman mahallesinde helâl ticareti veya helâl rantı! Ve daha da önemlisi düştüğümüz acınası hâlin ağırlığı…
Şimdi fetvalar laboratuarlardan
Helâl sertifikası almak isteyenlerdeki artış, çok kimsenin iştahım kabartmış durumda. Konya, Kayseri, Bursa, Ankara, İstanbul derken yurdun dört bir yanında mantar gibi ‘helâl sertifikacılar’ ortaya çıktı. Muhtemelen daha da çıkacak. Her biri kendini ümmete adamış! Güya Müslümanların bir derdini daha çözeceklermiş. Web sitelerindeki iddia en basitiyle böyle… Tüm insanlığı ‘haram’ belasından kurtarma taahhüdünden tutun da, güvenli gıda ve sağlıklı beslenmeye kadar neler neler yok ki sitelerinde. Daha ilginci, çoğu üyesi küresel egemen Batılı şirketlerden oluşan, geriye kalanları ise onların yerel taklitlerinden müteşekkil bir gıda üreticileri derneği de sözde ‘helâl sertifika’ hazırlığı yapıyor.
Kendilerini aklayacaklarını tahmin etmek zor değil. Bir ürünü laboratuvara götürüp, analiz ettirdiniz mi ‘helâl’ oluyor. Bunu diyenler, ömründe hiç laboratuvar görmeyenler. Dünyanın her yerinde dönen dolaplar sanki buralarda dönmüyor. Anlayacağınız, işimiz artık bazı laboratuvardaki kimselerin merhametine, vicdanına ve de sözde sertifikalara kaldı. Ürününe istediğin alerjen, kanserojen, ölümcül katkıları kat, yemlere kan ve ölü hayvan etleri ekle, tüm gıdalarım GDO’lularla doldur, kısacası ‘zehir ticareti’ yap, ama ‘helâl’ yazan bir belge seni aklasın! Galiba helâl yemeye yemeye akletmeyi unutmuşuz. Galiba, helâl yemeye yemeye “Helale haram, harama helâl demeyin” ayetinin hükmünün, bizi nereye götüreceğinin farkında değiliz. Basiretimiz bağlanmış, ölçülerimiz değişmiş, artık helâl ve haramlarımızı egemen küresel güçlerin verileri üzerinden belirliyoruz. Helâl sorununu, imanın gereği olarak çözmek yerine, 2 milyar dolarlık pastadan pay almaya indirgemişiz…
Peki, şimdi ne olacak?
Mesele büyüyecek. Çok konuşulacak. Herkes bu işi ‘Allah rızası’ için yaptığını iddia edecek. Helâl bilincini oluşturmak ve helâl öğretiyi sunmak yerine, Müslüman -lara hazır haplar yutturmaya çalışacaklar. Failleri istemediklerini söyleseler de, dünyalık kazanabilirler. Ama kartopu gibi büyüyen bir soruna neden olduklarını, bunun ‘ da bir vebali olduğunu bilmeleri gerekiyor. Görülüyor ki nur topu’ gibi yeni bir sorunumuz daha doğdu. Çözüm adına üretilen bu sorun, büyük tartışma ve sorunların başlangıcıdır. Sertifika veren kuruluşların ne yazık ki, hemen hiçbirinin sağlıklı bir standardı ve sistemi yok. ABD’deki bir sertifika kuruluşu, dünyanın ikinci büyük li-körlü çikolata üreticisine ‘helâl sertifikası’ vermiş. Üstelik bu markanın yeni sahipleri de Türkiye’den ve çok tanıdık bir aile. Sitelerine, likörlü çikolata üretimlerini kendileri yazmışlar. Üstelik bu markanın tüm ürünlerinin ‘helâl sertifikası’ var. Ne güzel değil mi? Materyalist, seküler ve hedonist dünyada dinî sorunlar bile, ehlinin elinde olmayınca böyle çözülüyor (!) demek ki? Sonuç itibariyle, ortada çok sayıda ‘helâl sertifika sağlayıcısı’ ile ‘helâl sertifikalı’ ürün var. Ama ne yazık ki Kur anın emrettiği (halâlen tayyiba) hem helâl, hem de temiz ürünleri bulmakta hâlâ zorlanıyoruz.
Görülüyor ki, bu alan mayınlı bir tarla gibi. Sorun Müslümanların meselesi olmasına karşın, gıda veya ziraat, hatta tıp gibi alanlarda Ortodoks eğitim almış, ehliyetsiz kimselerin materyalist ve seküler yorumlarına bile maruz kalınabiliniyor zaman zaman… Oysa helâl ve haram meselesi; ne laik devletin, ne kendini Müslüman olarak telakki edip İslâm’ın hadlerini tanımayanların, ne de İslâm’a düşman olanların meselesi. Sorun, sadece İslâm’ı yaşamak isteyen Müslümanların derdi. Bu durumda, laikçi çevrelerden gelen ve gelecek eleştirilerin hiçbir değeri yok. Bu tümüyle bir özgürlük ve hak meselesidir ki; özgürlük ve hakların genişletilmesini engelleyici yorum ve eleştiriler ciddiye alınmaz. Ancak varsa kaygıları giderilir. Bu meseleye yönelik, laikçi çevrelerden gelen eleştirileri değerlendirelim.
Diyorlar ki: ‘Helâl sertifika, rekabete aykırı.’
ISO, TSE vb. sertifikalar rekabete ne kadar aykırı ise, Müslümanların helâl sertifikası ve Musevilerin kaşer sertifikası da rekabete o kadar aykırı.
Diyorlar ki: ‘Helâl sertifikası, bir gıdanın güvenli olduğunu göstermez.’
Gerçek bir helâl sertifikası sistemi uygulanır ise ‘helâl’ tümüyle, dünyanın en güvenilir gıdasını üretmenin en pratik yoludur. Çünkü Kur’an-ı Kerim, bize sadece haram kılınanların yenilmesini yasaklamıyor. Aynı zamanda ‘tayyib’ yani ‘temiz’ olmayanların yenilmesini de yasaklıyor. Bu temizlik, manevi olduğu kadar, maddi temizliği de kapsıyor. Bırakınız tüketen insanı, üretimi sırasında başka canlılara zarar veren, atıklarla çevreyi kirleten bir gıdaya helâl sertifikası verenler, helâl düşünce ve helâl amacına ihanet etmiş olurlar. Bu eleştiri de mesnetsiz ve boş…
Diyorlar ki: ‘Tarım Bakanlığı’nın Türk Gıda Kodeksi varken, helâl sertifikası da nereden çıktı?’
Kitap ve sünnete göre yaşamak isteyen Müslümanlar, helâl, temiz gıda ve eşya tüketmek zorundalar. Haramları kesinlikle tüketemedikleri gibi, takva derecesine göre şüphelilerden de sakınmakla mükelleftirler Müminler. İdeolojik ve dünyevî bir yapı, Müminleri bu taleplerinden vazgeçiremez ve caydıramaz. İnsanların tümü yiyip içtiklerinden, tükettiklerinden ve çevre ile diğer canlılara verdikleri zararlardan da hesaba çekilecekler. Tarım Bakanlığının kodeksi ise alkole de, domuz etine de izin verdiği gibi, hayvanların Allah adına kesilip kesilmediğiyle de ilgilenmez. Ayrıca gıda kodeksi, İslâm’ın ve hatta bilimin, temiz ve sağlıklı görmediği katkı maddelerinin gıdalarda kullanımına izin verir. Bunun sayısız örneği mevcut. Bu nedenle Müslümanlar, Türk Gıda Kodeksi veya diğer mevzuatlara bakarak tüketim yapamazlar, yapmamalılar.
Diyorlar ki: ‘Laik devlette helâl sertifikası olur mu? Bu laiklik ilkesine aykırıdır.’
Kısmen haklılar ama sorun şurada. Laik devlette, bal gibi helâl sertifikası olur. Ama laik devletin kendisi sertifika veremez. Ancak şunu yapabilir. Sertifika verecek kimsenin, hangi kurallara uyacağını belirler. Buna, garanti markası’ tescili/uygulaması diyebilirsiniz. Bunların gizlenmemesi ve denetime açık olması kuralını getirir. Aykırı davrananlar hakkında hukukî işlem yapar. Yani işin fırsatçılığa dönüştürülmesine izin vermez. Kaldı ki, Uluslararası Gıda Kodeksi Komisyonu/The Codex Alimentarius bile tatminden oldukça uzak olsa da ‘Helâl Yönergesi’ yayınlamıştır. Her lâik ülke, her türlü dinin benzer taleplerini karşılamakla mükelleftir. Ayrıca bu mesele 1990’lı yıllarda Fransa’da engellendiği için, sorun AHİM’e taşınmış; AHİM, 2000 yılında Fransa’yı haksız bularak, bu talebin en temel insan haklarından biri olduğunu belirtmiştir.
Diyorlar ki: ‘Bu talep, Müslümanların azınlıkta olduğu ülkelerde normaldir ama yüzde 99’u Müslüman bir ülkede helâl sertifikası mı olur?’
Ülkenin hukuku, şer’i bir hukuk olsaydı, yani şeriatın izin vermediği helâl ve temiz olmayan ürünlerin üretilmesine izin verilmemiş olsaydı, bu iddia son derece isabetli olurdu. Oysa Türkiye’de hukukun İslâm’la hiçbir bağı yok. Ayrıca İslâm’dan korktuğu kadar başka hiç bir şeyden korkmaz. Müslümanlar bu ülkede sayıca çoğunluk olsalar bile, haklarını elde etme konusunda maalesef azınlık bile sayılmazlar. Meselâ, bu ülkede alkolü her ürüne katabilirsiniz. Hukuken engel olmadığı gibi, tüm mevzuat buna izin verir. Üstelik ‘içine kattığınız alkolü etiketine yazmanıza gerek yok’tur. İslâmcı bir iktidarın döneminde de buna izin verilir ve bürokratları bunu savunur. Bu, laikler için sevindirici olabilir, ancak Müslümanlar için helâl tüketimin önündeki en büyük engellerden biridir. Bir hayvanın Allah adı anılmaksızm kesilmesine veya şoklanıp öldürülmesine mevzuat izin verir, ama Müslümanlar bu hayvanı tüketemezler. GDO’lu bir ürüne İslâm hukukçuları haram derken, üstelik İslâmcı bir iktidarın çıkardığı kanunla, GDO’ların tüm gıdalara eklenmesi yasal hâle getirilmiştir. Demek ki, bir ürünün helâl olması için gerekli şartlar bu ülkede yok.
Diyorlar ki: ‘Müslüman olmayan birinin, meselâ bir ateistin ürettiği ürünleri, Müslüman tüketiciler almayacak mı?’
Bir: Şayet hayvanı kesen kişi meselâ ateistse, yani Müslüman değilse, o keserken Allah adını ansa bile, o eti Müslümanlar yemez. Bu istisnai bir durumdur.
İki: Hayvan kesimi dışında, helâl olan her türlü gıdayı üretiyorsa -mesele çikolata üretiyorsa ve o çikolata helâl ürünlerden müteşekkilse-, Müslümanlar, üreticinin inancına bakmaksızın o ürünü yerler. Ateist bir kimse de, -canlı hayvanlar hariç- et harici ürünlerine, İslâm’ın hadlerine uygun üretmek koşuluyla helâl sertifikası alabilir. Hâlbuki Müslümanlar, canlı meselesine Ali Rıza Demircan hocanın söylediği şekilde yaklaşır: “Besmele çekmeden kesilen hayvan, insan öldürmek gibidir. Besmele çekmek Allah’tan izin almaktır.” Bu önemli tespiti, dünyaya tapanlar anlayamazlar.
Diyorlar ki: ‘Devlet, yani TSE helâl sertifikası veremez.’
Haklılar. Bu mesele bir kamu kurumunun başarabileceği bir iş değil. Olsa olsa standart hazırlama konusunda, deneyimlerini bu tür çalışmalara aktarabilir.
Peki:
- Helâl sertifika bir ihtiyaç mı?
- Müslümanların ‘helâl ve temiz’ tüketim sorunlarına çözüm üretir mi?
- Helâl sertifika verenler doğru mu yapıyorlar?
Türkiye’de yoğun bir mücadele gerektiren bir gıda güvenliği’ sorunu var. Bu mesele ile ne Tarım Bakanlığı, ne Sağlık Bakanlığı, ne Ticaret Bakanlığı ne de başka bir makâni mücadele edebilmektedir. Bilakis, düzenleme ve uygulamalarıyla bu sorunu büyütmekteler. Diyanet’in ise, helâl ve temiz gıda konusunda gerektiği kadar gayretinin olduğu söylenemez. Muhtemeldir ki, bilgisizlikten kaynaklanan ilgisizlik, ilgisizlikten kaynaklanan bilgisizlik yüzünden, onlar da ‘burası Müslüman bir ülke, o halde her şey helâldir’ diye düşünüyor olmalılar. Diyanet aksini düşünseydi, toplum zaten bu hâlde olmazdı. Müslümanların neredeyse tamamına yakınının helâl algısı, âyetlerde geçen ‘tayyib/temiz’ emrini içermeyip, sadece hayvanların besmele ile kesilmesi ile sınırlı gibi görünüyor. Oysa kesim sorunu en kolay çözülebilir helâl sorunudur. Asıl sorun menşei bilinmeyen;
- Hayvansal katkı maddeleri,
- Sentetik, kanserojen ve alerjen katkılar,
- Domuz veya böceklerden elde edildiği hâlde menşei gizlenen katkılar,
- Alkol ve türevlerinin karışımı,
- Pestisitler ve diğer tarım kimyasalları,
- GDO’lu bitki ve hayvanlar,
- Tabiatı ve yaşamı tehdit eden üretim koşulları ve bu üretimin atıklarıdır.
Eksik ‘etiket’ şüpheli ‘gıda’ demektir
Bu ülkenin ve aslında dünyanın en önemli tüketim sorunlarından biri, etiket sorunudur. Satın aldığımız hiçbir ürünün içeriğini tam olarak bilmemiz imkânsız. Bu nedenle, üretici firmanın insafına kalmış durumdayız. Sorun üreticiden ibaret olsa kısmen çözülebilir. Ama çoğu üretici, yarı mamul veya paketlediği mamul maddenin menşei veya yapısı hakkında neredeyse hiçbir bilgiye sahip değil. Tedarikçinin kendisine aktardığı sakıncalı bilgileri, kendi ürününü pazarlarken abartarak ya da gizleyerek aktarıyor. Yeterli bilgi sahibi olamamak, üretici ve satıcılar için bir mazeret olmaz. Şayet ‘emin, dürüst, Müslüman tacir, Kıyamet günü şehitlerle beraber’ ise, aksi durumda da elbette bir ceza da olacaktır. Hadis-i şerifte de zikredildiği üzere ‘bizi aldatan bizden değil’ ise, bu müeyyideden daha büyük bir ceza zaten olamaz. Ancak yine de, bu durumun başkaca ağır karşılıkları da olacağını düşünenlerdenim.
İmam-ı Gazali, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “İlim öğrenmek, her Müslüman -erkek ve kadına-farzdır””7 emrini, ‘bir meslek sahibi her erkek ve kadının, bütün hata ihtimallerinden uzak kalmak için, o meslek hakkındaki bilgisini ilerletme zorunluluğu şeklinde tefsir eder.848 Bu da gösteriyor ki, tüccarlar açısından ‘bilmiyorum’ mazeret olamaz. Bugün bir ürünün etiketini okuduğumuz zaman, o ürünle ilgili sağlıklı bir bilgiyi edinemeyiz. Bu nedenle ürünlerdeki E kodlarının var olup olmaması, sorunları çözmek için yeterli olmamaktadır. Yaşamak için yemek zorunda olduğumuza göre, tabağımıza gelen her ne varsa, içeriğini tam ve eksiksiz olarak bilmemiz en temel insan haklarımızdan biridir. Evrensel tüketici haklarından biri olan ve ekonominin küreselleşmesi ile birlikte diğer evrensel tüketici haklarından bir miktar daha öne çıkan ‘bilgilenme hakkı’ kapsamında, gıda etiketleri’ konusundaki tüketici talebi ve beklentisi son derece önemlidir.
Tüketicilerin, -Birleşmiş Milletler Evrensel Tüketici Hakları Bildirgesinin temel ilkelerinden biri olan- ‘bilgilenme hakkı’; tüketilen gıdaların onu tüketen kişilerin sağlık, dinî veya felsefık inançları ile beslenme alışkanlıklarına uygun olup olmadığı hususunu da kapsamaktadır. Tüketicilerin gıdalarının sağlıklı, hijyenik, güvenli ve kaliteli olmasının yanı sıra, dinî veya felse-fık inançlarına da uygun olmasını istemek gibi temel bir hakkı vardır. Bu şartların sağlanmasında, etiketlerin içeriğinin doğru ve eksiksiz olması hayati bir öneme sahiptir. Tüketicinin bu talebi, uluslararası ve ulusal hukuk850 açısından da vazgeçilemez ve tehir edilemez bir ‘hak’tır. Bu talebinin karşılanmasına yönelik ülkemizde de mevzuatlar ve çalışmalar olmakla birlikte, gıda güvenliği ve gıda içeriği açısından dünyanın ‘sorunlu’ ülkelerinden birinde olduğumuz da tartışma götürmez.
Öldürücü içerik
Meselâ bir buğday içerisindeki glüten birçok kimse için çok sağlıklı ve gerekli iken, bir Çölyak’ hastası için ölümcül bir alerjendir. Bir ürünün etiketinde, glüten içerdiği yazılmadığı takdirde bir kişi için ‘sağlıklı yaşam kaynağı’ olan bu madde, bir başka kişi için ‘ölüm’ anlamına gelmektedir. Bu nedenle, bir gıda maddesinin en olmazsa olmazı, içeriği hakkında ayrıntılı bilgi veren etiketidir. Bu etiket; tüketicinin bir sözlüğe başvurmasını ve yabancı dil bilmesini gerektirmeyecek şekilde, ana dilinde olmalıdır. Türkiye’de en azından Türkçe olmalıdır diye düşünebilirsiniz. Ama Türkiye’de, sadece Türklerin ana dili Türkçedir.
Diğer insanlar ne olacak? Türkiye’de gıda ürünlerinin üretimi, depolanması, taşınması ve pazarlamasını düzenleyen ‘Gıda Maddelerinin Genel Etiketleme ve Beslenme Yönünden Etiketleme Kuralları Tebliği’ var. Adı geçen tebliğ dikkatlice incelendiği zaman, tüketici açısından anlaşılır olmaktan öte, birbiri ile çelişen hükümler içerdiği görülür. Bu tebliğin ‘Etiketleme ve İşaretleme Kuralları’ başlıklı 5. maddesinin, etiketleme ile ilgili aşağıdaki ilkeleri getirdiği görülür, ‘(a) Satışa sunulan her gıda maddesinin ambalajında, etiket bulundurulması zorunludur, (b) Gıda maddesinin etiket bilgileri tam, doğru ve anlaşılabilir olarak ifade edilmelidir, (c) Etiketleme dili Türkçe olmalıdır. Türkçenin yanı sıra, uluslararası kabul görmüş diğer resmi diller de kullanılabilir.’ Yani Kürtçe, Birleşmiş Milletler tarafından kabul görmüş bir dil olmadığı için, etiket Kürtçe olamıyor. Açılım süresince, tebliğdeki bu maddeyi ayıklamak için kimse adım atmış falan da değil.
Oysa bu bile tek başına, büyük bir insan hakları ihlâlidir. Bir gıda ürünü, farklı mâmul ve yarı mâmullerden oluşabileceği gibi, çoğu kez tatlandırıcı, renklendirici, lezzet artıcı, fonksiyon artırıcı, çözücü, kıvam artırıcı katkı maddelerinden birini ya da tümünü içerebilmektedir. Bu maddelerin bir kısmı kanserojen, bir kısmı alerjen, bir kısmı bazı hastalar için öldürücü olduğu, bazıları ise bazı din veya felsefik görüşlerce yasaklanmış içerikleri taşıdıkları için, birçok ülke tarafından yasaklanmıştır. Bu yasaklara yeni bilimsel bulgular nedeniyle yenileri eklenmektedir. Bu durumda, yaşama fonksiyonlarının sürdürülebilmesi için alman bir gıda maddesi, öldürücü olabilmekte veya ilerleyen zamanlarda hastalıklara neden olabilmektedir. Yine birçok gıda maddesi, üretim prosesleri nedeniyle fiziksel, kimyasal ve biyolojik değişikliğe uğrayabilmektedir.
Etiket, ürünün kimlik kartıdır!
Görüleceği üzere, bir ürünün en az içeriği kadar, etiketi de önem kazanmaktadır. Çünkü etiketi, ürünün içeriği hakkında bilgi veren kaynak, yani kimlik kartıdır. Nasıl ki eksik yazılmış, sahte veya başkaca sorunlar içeren bir kimlik kartı, taşıyıcısı hakkında güven sorunu oluşturursa, gıda için de aynı durum geçerlidir. Yuvarlak cümlelerle geçiştirilmiş, içeriği tam ve eksiksiz olarak yazılmamış, üreticinin pazarlamasını kolaylaştırıcı ve cezbedici yalan bilgiler itina ile seçilirken, içeriğin özensizliği ve âdeta okunmayacak en kuytu yerlere okunamayacak kadar küçüklükte yazılmış olması, üreticinin dürüst olmadığının, ticaretinin aldatmaya dayalı olduğunun en açık göstergesi kabul edilmelidir. Aksinin hiçbir kabul edilebilir mazereti olamaz.
Bir üretici, dürüstçe gazozuna alkol eklediğini, soyasının ve mısırının GDO’lu olduğunu etiketine yazsa, tüketici bilerek ve isteyerek bu ürünü tüketiyorsa, üreticinin maddi ve manevi sorumluluğu azalacaktır. Helâl ve temiz olmayanların tüketilmesi câiz olmadığı’gibi, insanlar ve çevre açısından zararlı bir ürünün üretilmesi ve satılması zaten Müslüman bir tacir için mümkün değildir. Üretici helâl kazanmak gibi bir kaygı taşıyor ise, bunu yapması zaten imkânsızdır.
Helâl ve kul hakkı; slogan mı, yoksa yaşıyor mu?
‘Helâl’ ve ‘kul hakkı’ sözlerinin, slogan hâlleriyle gerçek anlamları arasındaki farkları Doğan Cüceloğlu’nun anlattığı bir hikâyeyle açıklamaya çalışalım: “Amerika’dan gelen bir misafirime su verdim, boğazına kaçtı, öksürdü, ‘helâl’ dedim. Anlamadı. Ne anlama geliyor, diye yüzüme baktı. Anlatmaya çalıştım. Amerika’da yirmi beş yıl bulunmuş, orada üniversite düzeyinde ders vermiş birisi olarak, kavramın bizdeki anlamını veremediğimin farkındaydım. Daha doğrusu Amerikan İngilizcesinde bu denli güçlü bir kavram bulamıyordum. Benim anlatımım yüzeysel kalıyordu; benim dilimdeki o vurucu gücü hiç ifade edemiyordu. ‘Helâl’ kavramını daha iyi anlatabilmek için ‘haram’ kavramını anlatmaya çalıştım. ‘Suyu ben verdim; verdiğim suyu helâl ediyorum, bu sana haram değil, sana bir kötülük olmasın, suyumu helâl ediyorum’ diyerek niyetimi belli ettim. Bu niyet önemli! Bildiğim bir öyküyü anlattım: Tanıdığım bir genç kız, evlenmeden önce mobilyacıları geziyor ve güzel bir koltuk takımı görüyor. Bu takımı satan kişi, belirli bir fiyattan aşağı inmiyor. Genç kız bu takımı çok beğendiğini belli ettiği için çok pişman; beğendiğim için fiyatı yükseltti ve pazarlık gücümü kaybettim, diye düşünüyor.
Bütün çabalarına rağmen fiyatı düşüremeyince, genç kız: ‘Peki, alıyorum, ama hakkımı sana helâl etmiyorum!’
Adam soğukkanlılıkla: ‘Hanım kızım, o zaman koltuk satılık değil, sana satmıyorum.’ Üniversite bitirmiş modern kız: ‘Niye satmayacakmışsınız, parasını veriyorum ya, gayet tabiî satacaksınız.’
Adam gayet sakin: ‘Artık satılık değil.’
Bu çağdaş Türk kızı kulaklarına, gözlerine inanamıyor. Ağlayarak babasına gidiyor; durumu anlatıyor.
Baba: ‘Kızım sen ne yaptın, esnafa öyle konuşulur mu?’
Baba yanına bir de tanıdığı müftüyü alarak, mobilyacıya gidiyor. Neticede genç kız babasının ve müftünün şahitliğinde, ‘verdiği parayı câm gönülden helâl ettiğini’ ifade ederek, istediği mobilyayı satın alabiliyor.
Bu genç kız, o dönem asistanım olarak çalışıyordu, bu öyküyü tüm ayrıntılarıyla biliyorum. Amerikalı misafirime bu öyküyü anlattım. Benim su içmemle bunun ne alâkası var, gibisinden baktı. Suyu sana helâl ediyorum, için rahat olsun, dedim. ‘Helâl etmesen ne olur’, dedi. ‘Kul hakkıyla karşıma gelmeyin K2 anlayışından söz ettim. Dikkatle dinledi.
‘Bu dediğin bir değer olarak yaşıyor mu, yoksa bir slogan gibi konuşulan alışkanlık haline gelmiş bir söz mü?’ diye sordu.
‘Ne fark eder?’ diye sordum.
‘Gerçekten bir değer olarak yaşıyorsa, ülkenizde rüşvet ve hak yeme olmaması gerekir, insanların birbirini kazıklamadığı toplum olmanız gerekir, diye düşünüyorum dedi.
Yüzüne baktım. Göz göze bakıştık. Yalan söyleyemedim. ‘Biz’dedim, ‘yalan söyler, kazık atar ve hak yeriz. Ama dürüstlüğü dilimizden hiç düşürmeyiz. Güçsüzsen, arkan yoksa, sıradan bir vatandaşsan, bu ülkede hakkını araman çok zor, hakkını elde etmen daha da zor. Meselâ, rüşvet vermeden bir inşaat ruhsatı alman mümkün değildir. Ve bunu herkes bilir. Rüşvet alanların çoğu oruç tutar, rüşvet alan belediyeler Ramazanda iftar sofraları kurar. Ve bu sofralarda hakkını helâl etmekle ilgili konuşursan, Yüce Allah’ın ‘Karşıma kul hakkıyla çıkmayın dediği, bir dinimiz olduğu söylenir. Bunu rüşvet alanlar söyler, Söylediğimiz yalana inanana enayi olarak bakarız ve onu kazıklamaya hak kazanırız. Ama senin içtiğin suyu helâl etmeyi de ihmal etmeyiz.’
‘Peki, neden böyle?’ diye sordu.
‘Çünkü biz inanırmış gibi konuşmaya önem veririz, ama konuştuğumuz gibi yaşamaya önem vermeyiz’ dedim. ‘Mış gibi yaşamlar’ adında bir kitabım olduğunu ve orada anlattığımı söyledim. Mış gibi tanımını anlamakta zorlandı, ama sonunda anladı.
Neden ‘mış’gibi, diye sordu. Güldüm, çok sorma, suyumu haram ederim, dedim.” Gördüğünüz gibi, hiç tevile gerek bırakmayan bir gözlem, hatta anı.
Etiketteki anlaşılmazlar
Bir gıda maddesinin etiketinin, tüketicisi açısından bilinmezlik içermemesi gerekir. O etiket gıdanın olmazsa olmazıdır. Bilgilerin, abartısız, eksiksiz ve anlaşılabilir dille yazılması gerekir. Ayrıca herkes tarafından okunabilecek bir alanda ve büyüklükte olması ve ilaçlarda olduğu üzere, herhangi bir hastalık için risk oluşturucu bir özelliğe sahip ise mutlaka tüketicinin dilinde bu uyarıların yazılması gibi hususlar tartışmasız öneme sahiptir. Meselâ, ülkemizde bazı ürünlerde ‘laksatif etkiye neden olabilir’ ifadesi ile ‘fenil alanin içerir’ ifadesi yer almaktadır. Bu bilgiler tıp, veterinerlik, biyoloji ve gıda eğitimi gibi alanlarda eğitim almış kimseler dışında, tüketiciler açısından bir anlam içermemektedir ‘Laksatif etkiye neden olabilir’ ifadesi yerine ‘ishal yapar’854 denilse, bu satışı etkiler mi? Kuşkusuz etkileyecektir.
O hâlde bu durum, tüketicinin bilgi edinme hakkının engellenmesi değil midir? Ya da ‘fenil alanin855 içerir ifadesi yerine, ‘fenil alanin içerir, fenil alanin aminoasit fazlalığına neden olabilir, aminoasit fazlalığı çocukların zekâ gelişimini olumsuz etkiler’ yazılması gerekmez mi? Eksik bilgi, bilgi değildir ve özellikle insanın sağlığını etkileyen bir durum söz konusu ise, eksik bilginin tartışmasız insan hakları ihlâli sayılması gerekir. Bütün bunlar, toplumu aldatmaktan öte bir anlam taşımaz. Kanaatimiz odur ki; Türkiye’nin adam gibi yazılmış ve herkesin haklarını koruyan bir etiket kanununa ihtiyacı vardır. Ancak bu da yeterli değildir. Bugün mevzuatı yazan, denetimi yapan ve cezayı kesen aynı makamdır. Oysa II. Beyazıt Han tarafından yayınlanan 1502 Bursa Kanunnâmesi tecrübesi ve Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından inşa edilen ve 1940’lar Türkiye’sine kadar câri olan Hisbe Teşkilatı tecrübesi bize göstermektedir ki, bağımsız bir denetim kurulmalı ve bakanlıkların elindeki tüm denetim ve müeyyide yetkisi bu kuruma devredilmelidir. Bu kurum, etiket meselesini çözdüğü gibi, İnsanî ihtiyaçları giderecek, her türlü inancın taleplerini de karşılayacak çözümler üretmelidir.
Menşe sertifikası sorunu çözer mi?
Bilindiği üzere, gümrüklerde ürünlerden menşe şahâdetnâmesi’8S6 istenir. Kuralları iyi konulmuş ve çok sağlıklı bir denetim yapabilen bir menşe sertifikası sistemi, helâl sorununun çözümü için de önemli bir yöntem olabilir. Üretici, ürünün tüm detayı ile ilgili bilinemezleri çözen ve bunu etiketleyen ‘menşe sertifikasını alır ve yayınlar. Bir tüketici de, helâl ve temiz tüketme endişesi taşıyorsa, ürünün etiketini okur, buna göre amel edebilir. Yıllardır ihmal edilmişliğin ürettiği sorunlar nedeniyle, mesele son derece derin ve girifttir.Ancak sorun ne kadar girift olursa olsun, Müslümanlar bu sorunu çözecek iradeyi ortaya koyduklarında mutlaka çözerler. Tıpkı helâl ve temiz tüketmek için gayret ettiğinizde, daha kirlenmemiş şeyler bulabildiğinizi fark ettiğiniz gibi.
Aksi hâlde, bugün GDO’lu tavuklara sadece kesimi ve yolumu için helâl sertifikası vererek, meseleyi sadece daha da derinleştirmiş olursunuz. Hatta yaptığınız, gerçeğin üstünü biraz daha örtmek olabilir. Biri de çıkar, alkollülere helâl sertifikası verir. Tıpkı alkolsüz maskesiyle satılan, düşük alkollü biralara ve likörlü çikolatalara helâl sertifikası verdikleri gibi… Bu yüzden ülkemizde helâl sertifikasına merak sarmış kimseler de -sistemlerini incelediğimiz, dünya çapında ün yapmış- diğer ülkelerdeki sertifika kuramlarının düştüğü hataya düşebilirler. Ancak yine de bu meseleyi tartışmak yarar getirir. Yani kavga yapmadan, hakaret etmeden, anlayarak ve dinleyerek tartışmak bizi iyi bir noktaya taşır. Tartışmaz isek, gönüllüce hepimizi ‘mcdonaldlaştırarak’ ve cocakolonileştirerek’sömürmeye devam ederler. Kimilerimiz pestisitlerle kanser olur, kimilerimiz kısırlaşır. Kimilerimizse başkaca sorunlara duçar olur.
Var mısınız?
Nasıl ki metal yorgunluğundan söz ediliyorsa, iktidar yorgunluğu, güç ataleti, savunma zafiyeti de mümkündür. Bu kirli düzen ilelebet böyle devam edemez. Birazcık gayret etmenin onu yıkmak için yeterli olacağını düşünüyorum. Zaten çıkarları bu kirli düzenin ayakta durmasından yana olanların da tek korkuları, bu bilinçle durmaksızın hareket etmemiz.
Unutmayınız:
- Bir çivi bir nalı,
- Bir nal bir tırnağı,
- Bir tırnak bir ayağı,
- Bir ayak bir atı,
- Bir at bir komutanı,
- Bir komutan bir ülkeyi,
- Bir lokma bir cam,
- Bir tohum bir yaşamı,
- Bir isyan bir toplumu,
- Bir itiraz bir ülkeyi,
- Bir kalkınış bütün dünyayı,
Bir reddediş ahretimizi kurtarabilir.
Şeytan bizi aralıksız olarak hep o -yasak- meyveye davet ediyor. Adları veya dinleri şu ya da bu olan bazı kimseler de, bize şeytanın öğretilerini aralıksız sunma gayreti içindeler. Oysa biz, Rabbimizce emredilene kulak verip, varlık asabiyetimizi devreye sokmalı ve şeytan ve işbirlikçilerinin tüm önerilerini reddetmeliyiz.
Bunun için…
- Vazgeçmekse, vazgeçmeli!
- Aç kalmaksa, aç kalmalı!
- Ölmekse, ölmeli!
Var mısınız?
- Muhakkak ki en doğrusunu Allah (c.c.) bilir.
- Sürçü lisan etti isek affola.
- Selam ve dua…