Et demek, mısır demek

Et demek, mısır demek

Et demek, mısır demek

Michael Pollan, yiyeceklerimizin kökenini sorgulamak konusunda daha hassas olmamız gerektiğini belirtiyor: “Yiyeceklerin nereden geldiği fikri, ne kadar ilerlediğimizin bir göstergesi. Yediklerimizle ilgili bilgi almaya hakkımız var.

• İşletmeci kim?

• Üretim nasıl oluyor?

• Mutfağa göz atmak mümkün mü?

Endüstriyel gıda sistemini öğrenmek istediğimde, yaptığım şey oldukça basitti: Yiyeceğimin kaynağına inmek. Bir süpermarketin raflarına dizilen çeşit çeşit ürünler, aslında bir kandırmaca. Birer çeşitlilik yanılsaması! Zira ürünlerin hepsi birkaç firmadan ve birkaç üründen elde ediliyor. Beni en çok şaşırtansa, her yiyeceğin kaynağını araştırdığımda, karşıma Iowa’daki mısır tarlasının çıkması oldu. Endüstriyel gıdaların çoğu, mısır bitkisinin yeniden düzenlenmesiyle üretiliyor. Mısır bugün dünyayı pek çok yönden fethetmiş durumda. Bu anlamda dikkat çekici bir bitkidir.”

Et demek mısır demek

Amerika Mısır Üreticileri Birliği Başkan Yardımcısı Troy Roush mısır üretiminin durumunu şöyle anlatıyor: “Bugün, Amerika’da tarlaların yüzde 30’una mısır ekiliyor. Bu büyük oranda, hükümet politikasının sonucudur. Mısırı, üretim maliyetinden çok daha az harcama ile yetiştirebiliyoruz. Gerçek şu ki: Fazla üretim yapmak için para alıyoruz. Bunun sebebi çok uluslu şirketlerin ilgisi. Hükümetin mısır üretimini teşvik etmesinin sebebi; Cargill, Tyson, IDM ve Smithfield gibi şirketlerin, düşük maliyetli mısıra olan ilgisidir. Bu ilgiyi ve harcadıkları büyük miktarlardaki parayı, kongrenin şimdilerdeki tarım kanunu için kullanıyorlar.

Gıda kanunu olarak adlandırılması gereken Tarım Kanunu, gıda ekonomisinin kurallarını belirler. Tarım politikaları daima, ticari mahsullere odaklanır. Çünkü iyi depolanabilirler. Çiftçileri, olabildiğince çok mısır yetiştirmeleri, büyüyüp güçlenmeleri için teşvik ediyoruz. Onlara para yardımı yapıyoruz. Biz çok mısır yetiştirdik. Onlar da farklı şekillerde kullandılar.”

Rafların yüzde 90’ı mısır ve soya

Larry Johnson, yiyeceklerin tabiî hâlinin dışına nasıl çıkarıldığını açıklıyor: “Artık yiyecekleri baştan yaratıyoruz. Artık ağız tadı ve lezzet gibi belli başlı özelliklerden haberdarız. Tüm parçaları birleştiriyor ve buzdolabında çürümeyecek, bayatlamayacak yeni gıdalar üretiyoruz. Son yıllardaki en büyük gelişme ise şüphesiz, yüksek fruktozlu glikozaı oldu. Bir süper marketin raflarına baktığınızda, ürünlerin yüzde 90’ında mısır ya da soya olduğuna iddiaya girerim. Hatta çoğu zaman ikisini -mısır ve soya- birden içerecektir.

Mısır içeren ürünlerden bazıları: Ketçap, dondurma, peynir, hazır kek, fındık ezmesi, kraker, bisküviler, salata sosları, kola ve diğer gazlı içecekleri, jöle, tatlandırıcılar, hazır sos, meyve suları, toz içecekler, kömür, bebek bezi, et ürünleri, fast foodlar vs…

Mısır, harika bir hammaddedir. Bu nişasta zengini maddeyi, parçalarına ayırıp yeniden birleştirebilirsiniz. Yüksek fruktozlu şurubu, maltodextrin,2‘, yağ asidi, digli-serin, ksanthan gum, askorbik asit, üretebilirsiniz. Adı sanı duyulmamış citrik cloud edulsion, celluloce xylitol adlı tatlandırıcı, ethylene glüten, fibersol-2, inosital, alpha tocopherol, kalsiyum stearate, saccharin, ethyl-loctate, polydextrose, sorbitol, suctose, white vinegar, ethel acetate, fumarik asid, zem, kabartma tozu, sorbic asid, vanilin, margarin, nişasta, irmik bu maddeleri ve daha fazlasını mısırdan elde edebiliyorsunuz. Bunlarla hayvanları da besleyebiliyorsunuz. Mısır, hayvan yemlerinin de temel maddesidir.Artık balıkları bile mısırla besliyoruz. Tilapya ya da çiftlik somonu fark etmez. Ortalama gelire sahip bir Amerikalı, yılda 90 kilodan fazla et yiyor.”

Mısırla beslenen hayvanlar zararlı

Michael Pollan, kâr hırsı uğruna ineklere nasıl eziyet edildiğini ise şöyle aktarıyor: “İneklerin yapısı, mısır yemi yemeye uygun değildir. Onların otla beslenmeleri gerekiyor. Mısırla beslememizin tek nedeni, mısırın ucuz olması ve çabuk şişmanlatmasıdır:”

Iowa Devlet Hastanesi Besin Uzmanı Ailen Trenkle, tabiî beslenme biçiminin dışına çıkmanın inekleri nasıl olumsuz etkilediğini şöyle açıklıyor: “Hayvanın işkembesinde yani midesinin ilk bölümünde, milyonlarca mikroorganizma bulunur. Bu hayvanlar, otla beslenerek evrimleşir. Bazı araştırmalar, yüksek oranda mısır tüketiminin, hayvanlarda aside dirençli kolibasiline yol açtığını ortaya koyuyor. Bunlar en zararlı e-koli bakterisi,,1dir.”

Michael Pollan, endüstriyel et üretiminde hastalıkların nasıl yayıldığını şöyle anlatıyor: “Kısacası, bu hayvanları mısırla beslediğimizde ortaya e-koli bakterisi çıkıyor. Mutasyon üstüne, mutasyon yaşanıyor. İşte tam bu noktada, sahneye en zararlı bakteri olan 0157H7 çıkıyor. Besi tesislerindeki tüm büyükbaş hayvanlara mısır yediriliyor. Hayvanlar, bütün gün gübreye batmış bir şekilde ayakta dikiliyor. Bakteri rahatlıkla bir hayvandan diğerine geçiyor. Kesimhaneye geldiklerinde, derileri gübreden kaskatı kesilmiş oluyor. Saatte 400 hayvanın kesildiği mezbahada, dışkının etlere bulaşmayacağının garantisi var mı? Gübre bu yolla, ete de bulaşıyor. Doğada dahi olmayan, gıda sistemine sızıyor.”

Devletleri şirketler yönetiyor!

• (ABD 1993): Fast food kâbusu kötüleşiyor. Bugün Seattle’da 2 yaşında bir çocuk, ‘Jack in the Box’ fast food zincirinden yediği et yüzünden öldü.

• (ABD 1998): Bugün, yurt çapındaki 140 tondan fazla kıyma geri çekiliyor.

• (ABD 2001): Bugün, ConAgra şirketinde üretilen yarım milyon ton kıyma piyasadan çekiliyor.

• (ABD 2006): 90 E-koli bakteri vakası onaylandı. Tümünün çıkış noktasıysa ıspanak.

• (ABD 2007): Salmonella bakterisi çıkan fıstık ezmelerini piyasadan toplatan ConAgra’nın, iki yıl önce olaydan haberdar olduğu ortaya çıktı.

• 1972de Gıda ve İlaç Dairesi 50 bin gıda güvenlik teftişi yürütürken, 2006da yalnızca 9 bin 166 teftiş yaptı.

• (ABD 2007): 10 bin ton dondurulmuş hamburger eti piyasadan toplatılıyor. Amerikadaki her yetişkin bireye yetecek kadar çok, fast food eti toplatılıyor.

Gıda zehirlenmesi hep vardır. Teknolojinin gıda sektörüne uygulanmasıyla gıdaların -normal şartlarda- daha zehirsiz ve daha güvenli olması gerekir. Ancak işleme fabrikaları giderek büyüyor. Bu tür ortamlar, patojenlerin geniş alanlara yayılması için biçilmiş kaftan. 1970’lerde Amerikada binlerce kesimhane vardı. Bugünse, Amerikada satılan sığırların büyük bir çoğunluğu, toplamda 13 mezbahada kesilip işlem görüyor. Ancak, günümüzdeki hamburger etleri, binlerce farklı büyükbaş hayvanın kıymasından yapılıyor. Bu hayvanlardan birinin bile, bu tehlikeli patojenlerden birini taşıyor olma ihtimali yeterli. Düzenleyici kuruluşların ne kadar yetersiz kaldığını ve bunun da sektörün işine geldiğini görmemek mümkün değil. Amerikan Tarım Bakanlığından Diana DeGette, ABDdeki gıda sisteminin durumunu şöyle anlatmış: “Standartları konusundaki, ilk ataktan sonra herkes derin nefes aldı. Gıda ve İlaç idaresine yaptığımız yardımları azalttık. Tüm sektörde, öz denetime güvenir olduk. Ve sonunda da, sistemimizi gerçek anlamda kaybettiğimizi düşünüyorum.”

Bayatlamayan, çürümeyen ‘plastik gıda’lar nasıl öldürür?

Gıda A.Ş. belgeselinde, endüstriyel gıda üretiminin ne kadar vahim sonuçlar üretebildiği çarpıcı örneklerle anlatılıyor. Sözü sistemin mağdurlarına verelim: “Bizim gıda güvenliği konusundaki çabalarımız altı yıl önce başladı. 2,5 Yaşındaki oğlum Kevin, e-koliye yakalandı. Çok sağlıklı ve güzel bir çocuktu. Yanımda, hastalanmadan iki hafta önce çekilen bir fotoğrafını getirdim. Oğlum iki hafta içinde böyleydi ve 12 gün içinde öldü.

2001 yılının Temmuz ayında, ailecek tatile çıktık. Bizi bekleyen olayı bilseydik, asla eve dönmezdik. Oğlum hastalanmadan önce 3 tane hamburger yemişti. Kevin kanlı ishal olmuştu. Bu nedenle onu acile kaldırdık. Kevin’in dışkı örneği alındı ve kültür testine gönderildi. Kanamalı e-koli bakterisi olduğu ortaya çıktı ve doktorlar bize, Kevin’in böbreklerinin iflas ettiğini söyledi. Böylece diyaliz tedavisine başlandı. Su içmesine izin yoktu. Biz de bir bardak suya küçük bir sünger batırıp öyle içiriyorduk. Ancak o şekilde içebiliyordu. Hatta bir keresinde, süngerlerden birinin ucunu koparmıştım. Yalvaran bir çocuk düşünün. Oğlum su için yalvardı. İki lafından biri, suydu. Dışarıda kimsenin, içeri içecek getirmesine izin vermedim. Çünkü oğlumun tek dediği şey suydu.

Oğlum ona neler olduğunun farkında mıydı, bilmiyorum. Umarım değildir. Sağlıklı ve güzel bir çocuğun 12 gün içerisinde, ölüme gidişini izlemek inanılmazdı. Bir yemeğin bedeli ölümdü. Acımızın üstüne tuz biber eken başka bir şey de, iki üç yıl vaktimin boşa gitmesi ve etlerin piyasadan toplatılması için avukat tutmamızdı. Oğlum 1 Ağustos’ta hastanedeydi. Et tesisindeki, e-koli basili testi de pozitif çıkmıştı. Ancak etler 27 Ağustos’ta yani ölümünden 16 gün sonra toplatıldı.

Elbette. İnsan çocuğunun ölümünü atlatamıyor. Yalnızca alışabiliyor. Hükümetin arkamızda duracağına inandık. Ancak en haklı davamızda bile yanımızda değillerdi. Tarım Bakanlığı 1998de salmonella ve e-koli bakterileri için mikrobiyal bir test uyguladı. Bu testlerden üst üste geçemeyen tesisler kapatılacaktı. Zira bu, süreklilik arz eden bir kirlilik sorununa sahip olduklarını gösteriyordu. Et ve kümes hayvanları ile ilgili dernekler, hemen bakanlığa dava açtı. Mahkeme ise, bakanlığın tesisleri kapama yetkisinin olmadığına karar verdi. Bu da demek oluyor ki; kırmızı ve beyaz etlerin incelendiği laboratuvar kaplarında, salmonella ve e-koli bakterisi çıksa da, Tarım Bakanlığının eli kolu bağlı kalıyordu.

Doğrudan yanıt olarak, yeni bir kanun çıkarıldı. Kamuoyunda, Kevin Kanunu olarak tanındı. Kevin Kanunu, Tarım Bakanlığına, üst üste bakterili et üreten tesisleri kapama yetkisi verecekti. Herkes sağduyulu davranıyormuş gibi görünüyor. Ancak, 6 yıldır koşturmamıza rağmen, yasa hâlâ yürürlüğe girmedi.

Bazen bu sektörün, oğlumdan daha çok korunduğu hissine kapılıyorum. Zaten bu işin savunucusu olmamın sebebi de bu. Yalnızca geçtiğimiz yıl, gıda kaynaklı olan ve önemli kayıplara yol açan pek çok olay yaşandı. Gıda denetim ve güvenliğine olan mevcut bakış açımız, Amerikalı ailelerin ihtiyaçlarını karşılamıyor. Kevin’in başına gelenleri anlatmak, benim için oldukça zor. Ancak, başka insanların da bunu yaşamaması için, onların karşısına çıkıp anlatmalıyım. Oğlumun ölümünden bu yana, yedi yıl geçti. Tek istediğim, oğlumun ölümüne neden olan bozuk gıdanın üreticisinin, ‘Oğlunuzun ölümüne neden olan ürünü ürettiğimiz için özür dileriz. Bunun bir daha yaşanmaması için elimizden geleni yapacağız’ demeleriydi. Tek isteğimiz buydu. Ama bunu bile yapmadılar.”

‘Kevin Kanunu’ olarak anılan kanunun meclisten geçmesi için çalışmalar yürüten Phil English yasaların çıkarılmakta neden geciktiğini şöyle açıkliyor: “Bu sefer, yasayı meclisten geçirmek için güzel bir fırsat ele geçirmiş olabiliriz. Tüketici şapkamı taktığımda pek çok kişinin, daha yüksek gıda standartlarına sahip olabilmesi için, biraz daha fazla para harcamayı göze alacağı kanaatindeyim. Ancak siz de takdir edersiniz ki, besin üretim zincirinde, bundan hoşlanmayacak başka oyuncular da bulunuyor. Çünkü masraflarına bir yenisini daha eklemiş olacaldar.”

Para getiren her yol mubah

Endüstriyel gıda sistemi, daima etkili olmanın peşindedir. Ancak bu alanda atılan her adım, yeni bir sorundur. Hayvanın menüsünden mısırı çıkarıp, ona, beş gün boyunca ot yedirirseniz, bağırsaklarındaki e-koli bakterisinin yüzde 80’ini atar. Ama sektör böyle yapmıyor. Bir sorun olduğunda, aksayanın ne olduğuna bakmak yerine, sistemi ayakta tutmak için yeni yüksek teknolojiler uyguluyor.

Beef Ürünleri A.Ş.’den bir yetkili şunları söylüyor: “Gıda güvenliğinin öncelikli olduğu bir sistem yarattık ve bu konuda herkesten iyiyiz. E-koli vakalarını azaltabildiğimizi düşünüyoruz. Amonyak440 ve amonyum hidroksitle çalışmaya başladım. Amonyak, bakterileri öldürdüğü için, sürece o da katıldı. Yani işlenmiş hamburger eti, e-koli bakterilerinden temizlenmek için amonyakla temizleniyor.”

Bir tüketicinin feryadı ABD’deki gıda sisteminin ne hâlde olduğunu gösteriyor: “Sağlıklı beslenme konusunda kafa bile yormazdık. Bizce her şey sağlıklıydı. Artık, bu yiyeceklerin sağlıksız olduğunu bildiğimden, çocuklarımı da bunlarla yetiştirmiş olmaktan suçluluk duyuyorum. Ama yemek pişirmek için vakit yok. Evden sabah 6’da’çıkıp, gece 9-10’da dönüyoruz. Yalnızca birkaç dolarla, iki çocuk beslemeye kalktığınızda da, ya markette ucuz bir şeyler bulmaya çalışırısınız ya da iki küçük hamburger alırsınız. Buyurun yiyin. Çocuklar marketten alacağım bir şeylerden, daha iyi doyuyorlar.

Meyveler çok pahalı. Şekerlemeler, cipsler ve gazlı içecekler gerçekten daha ucuz. Bazen bir sebzenin fiyatını gördüğümüzde, aynı fiyata iki hamburger alırız, diye düşünüyoruz. McDonald’s’tan, bir iki dolara çizburger alabiliyorken, neden aynı fiyata bir sap brokoli bile alamıyoruz

Kalorisi bol gıdaların daha ucuz olmasının sebebi, bunlara daha çok para akıt-mamızdır. Bu durum doğrudan tarım uygulamaları ve çiftçi politikalarına bağlı. Atıştırmalık yiyeceklerin kalorileri tamamen buğday, mısır ve soya fasulyesi gibi ticari ürünlerden geliyor. Bu kalori membası ucuzladığında, insanların gelir düzeyi için uygun hâle geliyor, fakat obezitenin en büyük sebebi oluyor. İnsanlık tarihi boyunca, yeterince yiyecek ve kalori alabilmek için mücadele verdik. Bugünse, insan ırkının büyük bir bölümü fazla kaloriden şikâyetçi.

Tavuk ve sığırlar kendi ölülerini yiyor

Modern endüstriyel tarımda her şey; daha hızlı, daha verimli, daha büyük ve daha ucuz olmalı. Bu devirde kimse, e-koliyi, tip2 diyabeti (şeker hastalığı) ya da ekolojik sistemin sağlığını düşünmüyor.

Çiftçi Joel Salatin, endüstriyel üretimle geleneksel üretim arasındaki farkları oldukça net bir biçimde ortaya koyuyor: “Çiftçinin karar verme mekanizmasını, göz ardı ediyoruz. Kilometrelerce uzaklardaki büyük şehirlerde halk adına kararlar alan ve bu kararların sonuçlarına katlanmayan firmaları, göz ardı ediyoruz. Her şeyin temeli, aslında ottur. Bu hayvanlar mısır, ölü inek ya da tavuk dışkısı yemezler. Böyle vadilerde otlanırlar. Ölü tavuk da yemezler. Sadece ot yerler, yonca yerler. Mısır yedikleri takdirde, mısırı toplamak ve nakletmek zorunda kalırsınız. Ayrıca dışkılarını da onlardan uzağa taşımak zorunda olursunuz. Olması gereken: İneklerin dışkılarıyla toprağı beslemesi ve kendileri için yetişen otu, biçerek yemesidir. Dışkıları toplayıp başka yere atmak ve yem toplamak zorunda değiliz. Tabiî yapıda hayvan bunu kendisi yapıyor.

Gerçek dolar, burada kazanılır. Endüstriyel gıda sistemi; gürültücü, pis kokan ve insancıl olmayan yerler haline geldiğinden; fabrikaları işletenler, insanların çirkin gerçeği görmemeleri için, içeri girmelerine asla izin vermiyorlar. Hâl böyle olunca da, gıda sektöründeki tüm dürüstlüğümüzü ve güvenilirliğimizi kaybediyoruz. Bu büyük işleme tesislerini camdan duvarlarla çevreleseydik, çok daha farklı bir gıda sistemimiz olurdu. Gıda gibi önemli bir meselede bile, olup bitenlere kulak tıkadık. Hem de böy-lesine önemli bir konuda. Temiz hava, güneş ışığı ve ağaçlarda ötüşen kuşlar, fark yaratır. Ancak tarım bakanlığına göre bu ortam, sağlığa uygun değil. Çünkü açık hava… -Komik, utanç verici ama gerçek bu.- Burayı kapatmaya kalktılar. En büyük kavga da, burayı sağlığa uygun olmadığı iddiasıyla, kapatmak istediklerinde çıkmıştır. Buna inanabiliyor musunuz?

Tavuklarımızı şehirdeki mikrobiyoloji laboratuvarında test ettik. Ortalama binde 133 mikroorganizma çıktı. Bu oran, diğerlerinde binde 3600 çıkıyor. Bir de, onların 40 kez klor142 banyosundan geçmesine rağmen böyle. Oysa bizim ürünümüz klor bile görmüyor. Birçok insan, ‘tüm dünyayı, bu şekilde doyurmak mümkün mü?’ diye merak ediyor. Bu konuda, bu denli aldatıcı bir tartışma yaşanabilir mi? Evet, bizler bunu başarabiliriz. Özellikle de, endüstriyel sistemin tüm verimsiz özelliklerini bırakırsak. Çiftlikteki marketlere gelip ‘Nee, bir düzine yumurta 3 dolar mı? Çokmuş’ diyen insanlar var. Bu insanlar, 85 sente gazlı içecek içiyor. ‘Nasıl oluyor da, yanlış hedefi her defasında on ikiden vurabiliyoruz?’ buna çok şaşırıyorum. Örneğin, büyükbaşları ele alalım. Bu hafta içinde, GPS uydu teknolojilileri ile mısır ekmeyi, gübrelemeyi ve toplamayı öğrendik. Ama kimse şöyle bir arkasına yaslanıp, ‘ineklere mısır verilir mi?’ diye sormadı. Artık teknisyenlerin kültüründe yaşıyoruz ve herkes işin nasılında. Oysa bir adım geri atıp ‘neden diye sormamız gerek.

Bir hayvanı, yalnızca insanoğlunun uyduruk yaratıcı fikirlerini uyguladığı, bir tür protoplazmik ölü yapı olarak gören bir kültür, muhtemelen hem kendi toplumu-nun hem de diğer milletlerin bireylerini de aşağılar, onlara saygısızlık yapar ve onlara kontrollü bir mantık çerçevesinde bakmak durumundadır.

Endüstri; domuzlara nasıl yaklaşıyorsa, işçilere de öyle yaklaşıyor. Domuzların rahat edip etmediğini umursamazsın, çünkü gelip geçicidirler. Nasıl olsa hepsi ölecektir. Aynı bakış açısı, işçiler içinde geçerli. İşçilerin ömrü önemli değil çünkü. Her şeyin bir sonu vardır. Saatte, 2 bin domuzla temas eden işçilerin tırnakları, bu hayvanların bağırsakları yüzünden enfeksiyon kapar. Bu yüzden hepsinin tırnakları düşüyor. Her yanları kana, dışkıya ve idrara bulanıyor. Burada yaralanmak çok kolaydır. Durmadan domuzun aynı organına, aynı işlemi tekrarlıyorsunuz. Bir tür makine gibisiniz. Buradan ayrılmayı göze alamayan işçiler var ve firma, bunu işçiye karşı kullanıyor.

Bundan yüzyıl önce, Schlier ‘Ormanı yazdığında, ortada büyük bir güce sahip olan mezbaha sahipleri vardı. Doğu Avrupa’dan gelen göçmen işçiler, hükümetin başıboşluğunu fırsat bilenlerce istismar ediliyordu. Korkunç sakatlanmalar ve hatta ölümler yaşandı. Ancak işler yavaş yavaş yoluna girdi. Theodore Roosevelt44Î, mezbaha sahipleri ile ilgilendi. İşçi sendikaları yavaş yavaş işçileri organize etti ve bu işi Amerikada en iyi endüstriyel meslek haline getirdi. 1950’lerde toptancı, kasap işçisi olmak, otomotiv sanayi işçisi olmakla eşdeğerdi. Dolgun maaş, iyi imkânlar ve emekli maaşı.

Kesimhane firmaları, fast food firmalarının ihtiyacını karşılamak amacıyla giderek büyüdü. Zira bu sektör, onun en büyük müşterisiydi. IBP gibi firmalardan bazıları, fast food firmalarının işgücü politikasını benimsedi. Maaşları kesti, sendika üyesi işçileri kovdu, üretimi hızlandırdı ve işçilerine aynı işlemi, defalarca tekrarlatır oldu. Bugün, toptan kasaplık işi, Amerika’nın en tehlikeli işlerinden biridir. Artık, yeni bir göçmen grubu daha istihdam edildi. Kaçak göçmenler ve Meksika’dan yeni gelenler. Amerika’ya kaçak gelen göçmenlerin çoğu, Meksika’nın mısır çiftçileridir. NAFTA, ucuz Amerikan mısırını, Meksika pazarına sürdü. Bu, 1,5 milyon Meksika çiftçisinin işsiz kalmasına sebep oldu. Amerika’dan gelen ucuz mısırla yarışamadılar. Peki, bu 1,5 milyon Meksikalı çiftçiye ne oldu dersiniz? IBP, National Beef ve Monfort gibi firmalar da, Meksika’dan işçi ithal etmeye başladı. Radyo ve gazetelere reklâm verdiler. IBP, Meksika’dan Amerika’ya işçi getirmesi için, otobüs hizmeti sundu. Hükümet, yıllarca toptan kasaplık işinde istihdam edilen kaçak göçmenleri görmezden geldi. Bugünse, anti göç hareketi başladı. Hükümet sıkı önlemler aldı, ancak firmalar konusunda değil, işçiler konusunda alındı.”

Her şey ucuzluk mu demek?

Salatin, dürüst üretim hakkındaki kararlılığım şöyle belirtiyor: “Kim en ucuz arabayı alır? Niyetimiz, çok pahalı olan bir yiyeceği, sudan ucuza mal etmek. Toplamların üstüne, toplumsal, çevresel, sağlıkla ilgili bedelleri eklediğinizde, ortaya ne çıkıyor dersiniz? Endüstriyel gıdanın hiç de masum olmadığı. Fiyatlandırma, üretim ve işleme süreci dürüstçe yapılmıyor. Bu gıdaların, dürüstlükle hiçbir ilgisi yok.

Wallmart raflarında yer almak niyetinde değilim. Amacım dürüst ürün üretmek. Bu bakış açısını benimsediğinizde hem ürününüze, hem müşterinize, hem de üretim tarzınıza farklı bir gözle bakıyorsunuz. Böylece en önemli konuları farklı bir bakış açısıyla rahatlıkla değerlendirebiliyorsunuz.”

Yukarıda Food Inc/Gıda A.Ş. belgeselinden yaptığım farklı alıntıların gıda ve gıda sektörünün karanlık yüzünü bir nebze aydınlattığı kanaatindeyim. Ne dersiniz, artık endüstriyel ürün tüketirken bir kez daha düşünecek misiniz?

Aranması her Müslüman’a farz olan şey

îbn Mes’ud’un (r.a.) rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Helali talep etmek ve aramak, her Müslüman içirt farzdır.’’ Peki, günümüz Müslümanları bu farz konusunda ne düşünüyorlar acaba? Farzlar sadece namaz, oruç, hac gibi ibadetlerden mi ibaret?

İmam-ı Gazali, İbn Mes’ud’un (r.a.) rivayetiyle ilgili şu şerhte bulunuyor: “Farzlar arasında anlaşılması en zor olan, yapılması âzalara en ağır gelen farz, işte bu farzdır. Bunun içindir ki; bu farz, vazifeden, ilmen ve amelen tamamen ortadan kaldırılmış bulunuyor. Bu farizanın ilmi muğlâk olması, amelî kısmının da yok olmasına sebep olmuştur. Durum ne olursa olsun, bu üç şey daima ayrılmaz bir şekilde yürüyeceklerdir. Helâl, haram ve şüpheliler’.’

Hz. Peygamber, başka bir hadislerinde de şöyle buyurmuştur: “İlmi talep etmek ve aramak her Müslüman’a farzdır.’’ Hadis âlimlerinin bir kısmı, bu hadisi şöyle tevil etmişlerdir: “Arayıp elde edilmesi her Müslüman’a farz olan ilimden gaye; helâl ve haramı bildiren ilimdir.” Hz. Peygamber yine bu husustaki iki hadisi durumu daha da aydınlatıyor:

“Çoluk çocuğunun nafakasını, helâlinden temin etmek için çırpınan kimse, Allah yolunda cihad eden kimse gibidir, iffetini koruyarak dünyayı helâlinden elde etmeye çalışan kimse de, şehitler derecesinde olur.” “Kim kırk gün helâl rızık yerse, Allah Teâlâ onun kalbini nurlandırır ve kalbindeki hikmet pınarlarını fışkırtarak dilinden akıtır.”?Diğer bir rivayette de; “Allah Teâlâ böyle bir kimseyi, dünyada zâhid kılar” buyrulmuştur. Sad b. Ebî Vakkas “Ya Rasülallah! Dua et de, Allah dualarımı kabul eylesin” diye dua talebinde bulunduğu zaman, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Helâlinden ye! Böyle yaptığın takdirde duan kabul olunur.” Hz. Peygamberin diğer bir hadisinde ise şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Haramdan oluşan et için, ateş her şeyden daha evlâdır.”

Söz konusu haram, nasıl bir haram acaba? Sadece ticaret yapmak, helâl kazanç için yeterli midir? Ya da bir işte çalışıyor olmak, helâl kazanç sağlamak için yeterli mi? Tüccar, ‘ben ne yapayım, bunu ben üretmiyorum ki’ diyebilir mi? İçinde çoluk çocuğu zehirleyen, haram içerik olan veya hastalık yayan bir gıdayı, Müslüman tüccar satabilir mi? Satıyorsa (ki çoğunluğu satıyor, günümüz Müslüman tüccarların sattıkları gıdalar konusunda bilgi sahibi oldukları, emin oldukları ve güvenilir oldukları konusunda kimse kimseyi kandırmasın) o halde bu ticaret şekli caiz midir? ‘Bilmiyordum’ mazeret olabilir mi? Bazı hocalar fetva verseler dahi, Allah’ı kandırabilir miyiz? Böyle düşünen birinin, şarap veya domuz eti de satması gerekmez mi? Bütün bu soruları çoğaltabiliriz. Ama ABD’de çekilen belgeselde de gördüğümüz sorunların tümü ve belki de daha fazlası, ilerleyen sayfalarda göreceğimiz gibi, bu ülkede de yaşanmaktadır. Bu ülkenin ezici çoğunluğu kendini Müslüman olarak tanımlamasına rağmen… Sahi ne diyorsunuz? Hani, Müslüman elinden ve dilinden emin olunan kimse değil miydi? Ben kendimi, Müslüman gıdacıların ürünlerinden emin hissetmiyorum. Kendini böyle hisseden var mı? O halde gelin, hep birlikte Türkiye’nin et fotoğrafına bakalım…




Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir