Çağımızın en ölümcül hastalıkları
“İnsan, tıpkı bitkiler gibi ait olmadığı topraklarda zoraki yaşayamaz. Yaşasa da tıpkı bitkiler gibi kalıcı ve verimli olamaz. Ancak insan da tıpkı bitkiler gibi fıtratı değiştirilerek uyumlulaştırılabilir. Buna da yaşamak denilirse.’’
Tarihte ilk kez Afrika’daki aşırı kilolu insanların sayısı, yetersiz beslenenlerinkinden fazla hale geldi. Neredeyse, yiyecek bulamadığı için ölen insanlar dönemi kapandı ve yılda 150 milyon insan çok yemek, 50 milyon kişi ise tütün ürünü kullanmak yüzünden hayatını kaybediyor. Günümüz insanı, yüz yıl önce yaşayan bir kişiye göre ortalama 8 kat fazla tüketiyor.61 Bütün bunlara rağmen insanlığı bekleyen en önemli sorun, yine de gıda sorunu’. Bu kez sorun gıda bulamamak değil, aşın gıda tüketmek. Fakat sorun sadece aşırı tüketmekle de sınırlı değil. Yediğimiz gıdaların gereksiz ve sağlıksız petrokimya menşeli katkılardan oluşması ve özellikle de Müslüman kimseler açısından haram veya şüpheli içerik taşıyor olması en temel sorunlardan biri.
Çağımızın en ölümcül hastalıkları, obezite, diyabet, kalp-damar hastalıkları ve kanser olarak sıralanabilir. Obezite ve kanserin ana sorumlusu olarak rafine şeker ve tatlandırıcılar gösteriliyor.
Kanser, bugün Batı’da daha yaygın ve 1940’tan bu yana da hızla artıyor. 2004 yılında dünyadaki ölümlerin yüzde 13’ü (yaklaşık 7,4 milyon) kanserden oldu. 2030 yılında kanser nedeniyle senede 12 milyondan fazla insanın hayatını kaybedeceği tahmin ediliyor.
Bu nedenle özellikle ‘2. Dünya Savaşından itibaren dünyada ne değişti de kanser arttı?’ sorusu önemli. 2. Dünya Savaşından bu yana, rafine edilmiş şeker tüketimindeki aşırı artış, tarımın, hayvan yetiştirme yöntemlerinin ve dolayısıyla gıdaların değişmesi, çok sayıda kimyasal madde ve katkı maddesine maruz kalmamız, insana, hayvanlara, bitkilere ve dolayısıyla evrene inanılması güç zararlar verdi.
Allah (c.c.) başta insan olmak üzere yarattığı tüm canlılara, bağışıklık sistemi denilen güçlü bir savunma mekanizması vermiştir. Vücudumuzdaki akyuvar ve katil hücreler, vücuda giren yabancı maddeleri ablukaya alarak yok ederler. Elbette, güçleri yetecek dirence sahip iseler.
Anti Kanser adlı kitapta insanların bağışıklık hücrelerinin hangi durumlarda asker gibi kıyasıya savaştığı anlatılıyor:
• “Kendilerine saygı gösterildiğinde (beslendiklerinde ve toksinlerden korunduklarında).
• Komutanları yani insan, soğukkanlılığını koruduğunda (duygularına hâkim olup, ağırbaşlı davrandığında).
Vücuttaki ‘doğal katil hücreler’, bağışıklık sisteminin çok özel unsurlarıdır. Tüm akyuvarlar gibi onlar da; bakterileri, virüsleri ya da yeni kanserli hücreleri arayarak organizmanın içinde sürekli devriye gezerler. Bu hücreler bir düşman saptar saptamaz, zardan zara temas kurmaya çalışarak, davetsiz misafirin etrafında toplanırlar. Temas kurdukları anda, doğal katil hücreler bir tankın tareti gibi zehirle dolu kesecikleri olan içsel donanımlarıyla, hedeflerine nişan alırlar. Bu katil hücreler ve akyuvarlar mikroskop altında ne kadar az aktif görünürse, kanser de o kadar hızlı ilerler. Metastaz şeklinde vücudun her yerine o denli hızlı yayılır.”
Tabiî gıdalarla beslenen bir insanın, normal şartlarda kanser gibi ölümcül bir hastalığa yakalanması imkânsıza yakındır. Yeni çağın haz eksenli tüketim tarzı ve buna uyumda büyük beceri gösteren insanlık, maalesef kendi eliyle hastalıklara davetiye çıkarmaktadır. Geçtiğimiz asırlarda engelli doğumlar ya hiç olmaz ya da son derece sınırlı görülürken, günümüzde yaygındır. Yakalandığımız hastalık çeşitleri ve hastalıkların meydana getirdiği travmalar da, geçmiş çağlara oranla önemli ölçüde artmıştır. İnsanların özellikle de Müslüman ülkelerdeki kimselerin, engellilik veya hastalık durumlarında ‘ne yapalım Allah’tan geldi’ gibi sözlerle kendilerini masumlaştırdıklarına sıkça şahit oluruz.
Hâlbuki Allah (c.c.), “Sizin başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle kazandıklarınız (yaptıklarınız) yüzündendir”66 buyurarak, başımıza gelenlerin kendi davranışlarımızın sonucu olduğunu açıkça beyan etmektedir. Öte yandan, “Eğer Allah, insanları kazandıkları -günahlar ve yapıp ettikleri- yüzünden -hemen- cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat -Allah-, onları belirlenmiş bir vakte kadar geciktirir. Vakitleri gelince de Allah muhakkak ki kullarını görücü -ve gereğini yapıcı-dır’’67 buyrulmuştur. Yapıp ettiklerimiz yüzünden başımıza gelmesi gerekenler gecikiyorsa, bu Allah’ın (c.c.) -belki vazgeçer de ondan döneriz diye- merhametinden ve sabrındandır. Hâlbuki başımıza gelenler çoğu kez, kendi ilgisizlik, bilgisizlik, inat ve ihmalimizden kaynaklanır.
Kadim kültürler ve özellikle de îslâm, insanın mutluluğunu öngörür. Bu nedenle de; insana ve tabiatın herhangi bir cüzüne yönelik yapılacak müdahaleyi ve kirletmeyi reddettiği gibi, bunun ticari bir araca dönüştürülmesine de izin vermez. Hâlbuki küresel kapitalizm, bugün hem zehri hem de panzehirini üretip satıyor. Bu sayede, her şart ve şekilde kazanıyor. Kapitalizmin güçlü PR çalışması ve bilimsellik kılıfı; çoğu kez siyahı beyaz, beyazı siyah gösterebiliyor. Yani iyi ve güzeli, çirkin ve kötü; kötü ve çirkini ise iyi ve güzel olarak sunuyor. Bu yüzden insanlar, hem manevi değerlerini, hem paralarını, hem de sağlıklarını kaybediyorlar.
20. yüzyılda, özellikle de 2. Dünya Savaşından sonra, insanlara farklı bir hayat tarzı vaat/vaaz edildi. Dayatılan yeni yaşam tarzı, geleneksel ve tabiî ne varsa bozdu. Bu, planlanmış ve bilinçli bir eylemdi. Bu sayede hem kültürler ve inançlar deforme edilecek hem de ‘sağlıklı yaşam’ adı altında ‘sağlıksız yaşam’ satılacaktı. Çok şey vaat eden bu yeni yaşam tarzının içinde kıyafet modası kadar, yiyecek ve ‘beslenme modası’ da vardı. Körüklenen tüketim sayesinde, çevre gibi mideler de çöplüğe çevriliyordu. Yaşanan bu trajedi, insanlık için son derece tanıdık bir hikâyedir. Şöyle ki:
İnsanın halifeliğine itiraz ve isyan eden şeytanın, Allah’tan (c.c.) bazı istekleri olmuş, bunlardan bir kısmına izin de verilmişti. Bunun üzerine şeytan, Hz. Âdem (a.s.) ve Hz. Havva’ya yasaklanmış olan o ağaç’tan68 yemeleri durumunda, Cennet’te ebedi olarak kalacaklarını söylemişti. Onlar da, şeytanın ‘yerseniz Cennet’te ebedi olarak kalırsınız’ aldatmacasına inanmış ve o ağacın meyvesinden yiyerek, ebedilik şöyle dursun, kaldıkları yerden koyulmuşlardı.6’ Aslında şeytan, o gün bugündür insanlara aynı telkini yapmayı aralıksız sürdürüyor. Onun yetiştirdiği çocuklar da, özellikle Allah’ın kitabında koyduğu hadleri çiğnemeleri konusunda Müslümanlara telkinde bulunuyor. Günümüz Ortodoks eğitiminden geçirilmiş çoğu uzman veya bazı ilahiyatçılar da, şeytan ve avanesinin bu çağrılarına destek olabilecek fetvalar ya da telkinlerle ‘bu önemli sorunun’ derinleşmesine sebep olabilmekteler.
Küçüğe emanet edilmiş büyük kozmos
İnsan, Allah’ın (c.c.) yeryüzündeki halifesidir. “Sizi yeryüzünde halifeler yaptık -hâkim kıldık- ki bakalım nasıl işler yapacaksınızAllah (c.c.), “Ben, yeryüzünde bir halife -insan-yaratacağım”71 dediği zaman, melekler itiraz etmişlerdi. Allah (c.c.) için bu itirazların önemi yoktu, insan yaratıldı ve “yeryüzünde ne varsa hepsi hizmetine ver(il)diy Aslında büyük ve küçük kozmos olmak üzere iki kozmos/evren vardır. Büyük kozmos, insan da dâhil yaratılmış ne varsa hepsini kapsar. Küçük kozmos ise büyük kozmosun bir minyatürü olan insandır. Yeryüzündeki her şey, yeryüzüne halife kılınan insanın emrine ve kullanımına verilmiştir. Yani yeryüzündeki her şey ve dahi insanın kendisi, Allah’ın insana emanetidir. İnsan bir yandan bu emaneti doğru kullanma ve yönetme, diğer yandan ise koruma gibi bir mükellefiyete de sahiptir. Bu emrine veriliş, onun bunları istediği gibi tasarruf edebileceği anlamına gelmez. Çünkü her şey emrine verilse de, mülkiyet onun değildir. Emanet sahibinden beklenen, emaneti hakkıyla korumasıdır.
“Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boşuna yaratmadık -bunlar rastgele olmuş şeyler değildir-. Bu inkâr edenlerin zanmdır”73 ayet-i kerimesinde açıkça görüldüğü üzere, kâinattaki hiçbir varlık rastgele yaratılmamıştır ve dolayısıyla anlamsız değildir. Biz idrak edemesek bile, tümü, mutlak bir gaye üzre vardır. Aslında Allah (c.c.) büyük kozmosu, küçük kozmos için yaratmış ve onun emrine vermiştir. Bu da, onun imtihanıdır. İnsan için zararlı gibi gözüken evrendeki hiçbir tür, maksatsız olmadığı gibi zararlı da değildir. Onu zararlı kılan, insanın müdahalesi ve kullanım biçimidir. Kâinatta insan dışındaki tüm varlıklar yürüyen düzenin bir parçası iken, insan bu düzenin hem ‘imar edicisi’, hem de ‘tahrif edicisi’ olarak karşımıza çıkar. Kendisine emanet edilen kâinatı imarla da mükellef olan insan, imar etme iddiasıyla giriştiği fiillerinde çoğu kez ‘en büyük düzen bozucu’ haline geliverir.
Karınca yok olunca bozulan düzen
İnsan âdemidir, yani adamdır. Ancak şeytan, onu fıtratının dışına çıkarmak ve kendine benzetmek konusunda onun en büyük düşmanıdır. Âdemî/Nebevî eğitimden geçirilen insan, ne kendine ne de başka yaratılmışlara zarar veremez. Çünkü o, yaratılmış varlıklardan herhangi birinin yok oluşunun, tüm evrenin yok olmasına neden olabileceğini bilir. Evet, büyük kozmos içindeki varlıklardan küçük bir cüzün yok oluşu, evrenin dengesine çok önemli zararlar verebilirken; sadece insanın yok oluşu, evrene ve evrenin dengesine hiçbir zarar vermez. Bu durum, kendisine büyük değer atfedip kibirlenen insanın, aynı zamanda her şeye muhtaçlığının en büyük işaretidir. Aslında onun değeri -fıtrata uygun- amellerinde gizlidir. Yani, değer ya da değersizliğindeki belirleyici etken amelleridir.